6 Mart 2017 Pazartesi

OKÇULAR TEPESİ

   
15 Temmuz darbe girişimi kahramanları, "Okçular Tepesi 15 Temmuz Kahramanlarının Hikâyeleri" adlı kitapla bir araya toplandı. Okçular Vakfı ve Erdem Yayınları tarafından çıkarılan kitap 275 sayfa olarak raflardaki yerini aldı. Kitap ilk ağızlardan yazılmış hikâyeleri ve her bir hikâyenin kahramanlarının Reza Hemmatirad tarafından resimlendiği illüstrasyonlarıyla dikkat çekiyor. Bir hikaye ile bana da yer verilen bu eser nesillere aktarılacak bir destandır.

                                                        ÇIĞLIKLAR

Hatıralarda yaşanan en uzun ve en karanlık gece olarak tarihe geçecekti 15 Temmuz. Dışarıda, bir yanda kulakları çınlatan jetlerin ve bombaların sesi bir yanda sivil halkı hedef almış kurşunlar etrafa saçılıyordu. Karanlığa gömülü şehrin ışıkları bir bir söndürülmeye çalışılırken mermilerin aldığı canlar gök kubbeye bir yıldız gibi konuyordu. Yüzlerde tedirginlik ve korkunun yanında özgürlük için atılan adımların heyecanı da vardı. Birbirlerinin önüne siper olmuş insanlar korkmadan şehadetler getirerek omuz omuza, kurşun yağmurunda yürümeye devam ediyorlardı. Camilerden okunan salalar birlik ve beraberlik için umut çağrısının yanında her kurşunun şehit ettiği o korkusuz, cesur insanımızı temsil ediyordu. Genç, yaşlı, kadın, erkek demeden evlerinden gelenler telaşla bir oraya bir buraya koşup duruyorlardı. Kimi zaman korku dolu, kimi zaman coşkulu kimi zaman ise buruk ve hüzünlü... 

İçlerinde öyle biri vardı ki kaderin 15 Temmuz gecesi için kendisine hazırladıklarından habersizdi. Bir baba kızını yanına almış gecenin bir yarısı vatanın kapısına dayanan darbecilere karşı Boğaz Köprüsünde insanların arasında ilerliyordu. Hem efkarlı nefesini içine çekiyor hem de mermi seslerine aldırmadan direnişini devam ettirmeye çalışıyordu. Aşılması gereken bir barikat açılması gereken bir köprü vardı önlerinde. Hangi cengaver darbecilere karşı yürümeye devam etse bir kurşunla yığılıp kalıyordu. Vurulan yiğitleri kurtarmaya çalışan arkadaşları yerde sürünerek ilerleyip yaralıları ve hakkın rahmetine kavuşanları bir bir kurtarmaya çalışıyorlardı. O esnada bir baba kızını geride bırakarak mertçe yürümeye başladı. Emin adımlarla ilerlerken "uğruna ölmekse eğer seni yaşatmak, bin defa ölürüm de adına leke sürdürmem. Gururdur, namustur bayrak ve sancak, Aksa da kanım korkma; haini güldürmem!" diye mırıldanıyordu. Ne zaman ki son kelimeye geldi mert baba Darbecinin silahından mermi ateşlendi. Mermi ağır aksak ilerlerken mert baba dimdik yürüyordu. 
Yılmadan.
Usanmadan. 

Korkmadan…

(Hikayenin devamı ve daha fazlası için kitabı edininiz)

DELİLER VE FLAMİNGOLAR - NİLGÜN BIYIKLI




LGÜN BIYIKLI’NIN “BULAŞIK SUYUNDAKİ ÇAY KAŞIĞI” ADLI KİTABININ ARDINDAN KALEME ALDIĞI DELİLER VE FLAMİNGOLAR 
OKUYUCU İLE BULUŞTU. 


Nilgün Bıyıklı Deliler ve Flamingolar adlı kitabında sokağın rengini, kokusunu, ritmini kalemine yansıtıyor. Öykülerini iki bölüme ayırıyor; hayat kısa ve yol uzun… Her iki bölüm de yedişer öyküden oluşuyor. Bu bölümleme ister istemez arka planında yediye veya on dörde dair ne var acaba dedirtiyor. Belki de bir sır… Kitaba ismini veren “Deliler ve Flamingolar” öyküsü ise ikinci bölümün birinci hikayesi.

Nilgün Hanım bazen kısa bazen uzun cümleleriyle ve her gün bir yerlerde karşı karşıya kaldığımız olayları bilmedik şekilde betimlemesiyle farkını ortaya koyuyor. Bu durum okuyucuyu alışılmışın dışına çıkarıyor.

Öykülerinde, büyükşehir hayatının kaçınılmaz sorunu; duvarların arkasından haberdar olmamak, kendi kendine yettiğini sanmak, yer ve mekan isimlerinin bizlerde ortaya çıkardığı hissiyat, krizi fırsata çevirmek ve bilmediğimiz kavramlara önceden yüklediğimiz anlamlara değiniyor. Bu konular üzerinde durarak öykülerinin nefes aldığını okuyucuya hissettiriyor.  Bir önceki kitaplarına nazaran Deliler ve Flamingolar kitabında uzun soluklu öykülere yer veriyor. Bu uzun soluklu ve gizemli öyküler belki de gelecek bir romanın habercisidir. Kahramanları kimi zaman bir öğretmen, kimi zaman bir öğrenci, bazen de bir emekli… Farklı kişilikler, farklı mekanlar, farklı yaşanmışlıklar fakat hepsinde aynı hissiyat, aynı farkındalık…

Varlık ve yokluk...

Öykülerin ana teması varlık ve yokluk kavramları hayata dair tüm anlam katmanlarıyla yer alıyor. Birkaç öyküye yelken açacak olursak:

Kapıda bekleyen bir çift ayakkabı öyküsü sizi kitaba mıhlıyor. “Kapıdaki bir çift ayakkabının her zaman yaşamı ifade etmediğini, kimi zaman da ölümü temsil ettiğini bilen bilir. Ölen kişinin bir çift ayakkabısını kapıya koymak, en sarsıcı ölüm ritüellerinden biridir” diyor ya işte o zaman hüzün yerleşiyor okuyucunun yüzüne.

Babam ve Tolstoy öyküsünde ise öğrencinin öğretmenlerini ve arkadaşlarını “herkes mezarlığa gitti, beni evde bıraktılar, ben de okula geleyim dedim” diyerek annesinin ölümüyle kandırmasına ne demeli… Okuyunca ilk önce bir hüzün, tedirginlik, arından bir kahkaha…

Hayretengiz Suphi Bey öyküsüne gelince sonunu öğrenmek için hızlı hızlı okumaya başlıyorsunuz. Suphi Bey’in alt komşusu Metin’e bilgisayarındaki soruna bakması için rica etmesiyle başlayan öykü gizemli bir hale bürünüyor. Öykünün sonundaki şaşkınlığınızla  “neden bitti… olmaz böyle… daha yeni başlamıştım….” diyerek yeni bir kitabın haberini dört gözle bekletiyor.

İçinizde Nilgün Hanım’ın kitaplarını hiç okumayanlar varsa hemen alın üçünü birden. "Ağaç kovuğundan öyküler/Bulaşık suyundaki çay kaşığı,/ Deliler ve Flamingolar"... Atın çantanıza. Nerde olursanız olun metroda, okulda, iş yerinde başlayın bir ucundan… Deliler ve Flamingolar kitabının arka kapağında yazdığı gibi #hikayesokakta... Keyifli Okumalar...


1 Ocak 2016 Cuma

BULAŞIK SUYUNDAKİ ÇAY KAŞIĞI - NİLGÜN BIYIKLI



Ağaç Kavuğundan Öyküler eseri ile edebiyat dünyasına adım atan Nilgün Bıyıklı Bulaşık Suyundaki Çay Kaşığı eseri ile karşımıza çıkmakta…

İlk eseriyle yarının yüzünü öykülerine resmeden Nilgün Hanım bu sefer an’ın fotoğrafını satırlarına nakşediyor. Günlük yaşamın ufak detayları ise karşımıza öykülerin başkahramanı olarak çıkıyor. Nilgün Hanım’ın kendi anılarından da bahsettiği bu eser dört bölümden oluşmakta: Sanat Kimin İçin Pardon, Bulaşık Suyundaki Çay Kaşığı, Dibinde Tortulaşmış Oje ve Sayıklamalar

Nilgün Hanım sokağın rengini, insanın tavırlarını, samimi, içten ve derin anlatımıyla bir sohbet eşliğinde, okurlarına aktarıyor. İstisnasız bir öyküde kendinizi bulacak ve kitabın bitmesini istemeyeceksiniz. Kâğıttan kahramanların olmadığı bu nadide eseri mutlaka okumalısınız.  

27 Kasım 2015 Cuma

GÜNDELİK YAŞAMDA AVRUPALI MÜSLÜMANLAR - NİLÜFER GÖLE




NİLÜFER GÖLE, GÜNDELİK YAŞAMDA AVRUPALI  MÜSLÜMANLAR’DA BATILI ÜLKELERDEKİ MÜSLÜMANLARIN GÜNDELİK YAŞAMINA VE BUNUN AVRUPA’DA NASIL YANSIMALARI OLDUĞUNA ODAKLANIYOR.

Sosyoloji üzerine akademik kariyer yapmış olan Nilüfer Göle’nin Mühendisler ve İdeoloji, Modern Mahrem, İslamın Kamusal Yüzleri, Melez Desenler, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı kitapları toplum bilimleri üzerine çalışanlar için dikkat çekici çabalar olarak hafızalarda kayıtlı.
Kamusal alan, çoğul moderniteler, küresel meydan hareketi ve sekülerizm konularında araştırma yapan Nilüfer Göle, yeni kitabı Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar’da batılı ülkelerdeki Müslümanların gündelik yaşamına ve bunun Avrupa’da nasıl yansımaları olduğuna odaklanıyor.  Göle bu araştırmasını 2009-2013 yılları arasında Paris Sosyal Bilimler Akademisi’nden araştırmacı ve doktora öğrencilerinden oluşan bir ekiple gerçekleştirmiş. Bu zaman zarfında Toulouse, Saraybosna, İstanbul, Londra, Cordoba, Oslo, Viyana gibi yirmi bir farklı Avrupa kentinde  “kamusal ihtilaf” haritası oluşturmuş. Bu harita doğrultusunda cami inşaatı, kutsalın mefhumu, başörtüsü, helal kesim gibi ihtilaflı konuların ortaya çıktığı alanlarda o mekâna bizzat gidip olaya karışmış veya bundan etkilenmiş kişiler ile mülakatlar yapmış ve tartışma grupları oluşturmuş. Yirmi bir Avrupa kentinde gerçekleştirilen bu çalışma dilsel farklılıklara ve ulusal özgürlüklere rağmen İslam ile ilgili olayların benzer dinamiklere sahip olduğunu gösteriyor.  

CHARLİE’DEN ÖNCE/SONRA TOPLUM İNŞASI
Charlie Hebdo olayından on beş gün önce araştırmasını bitiren Göle, eserinin önsözünde Avrupalı Müslümanların yaşadığı zorlukların anlaşılması için bazı ampirik ve kavramsal anahtarlar sunarak bu elim olayı da incelemiş, göz ardı edilemeyecek gerçekliklere ışık tutmuş. Bunun ötesinde son yirmi beş yıl içerisinde İslam kaynaklı toplumsal uyuşmazlıkların dinamiğiyle yeni bir Avrupa anlayışının ortaya çıktığına da değiniyor. Buna sebep olan faktörlerin ise; 1989’da Şeytan Ayetleri yazarı Salman Rushdie’ye karşı çıkarılan ölüm fetvası, 2004’te Submission/Teslimiyet filminin yönetmeni Hollandalı Teo Van Gogh’un suikasta kurban gitmesi, 2005’te Hz Muhammed’in karikatürlerinin bir Danimarka gazetesinde yayınlanması ve son olarak Charlie Hebdo vakasının da kamusal ihtilafların şiddetini giderek arttırdığını vurguluyor. Buna bağlı olarak geçmişe nazaran artık sorunun Müslümanların namaz kılmaları, oruç tutmaları, sünnet vs gibi ritüellerden kaynaklı olmadığını aslında en büyük sorun yaratanın mevcudiyetleri olduğuna dikkat çekiyor. Gerçekleşen bu saldırıların ise günlük yaşamda süreli kutuplaşmaya sebebiyet verdiğini ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra bu olaylara karşı bireylerin tekilliklerini ifade etme açısından yapılan yürüyüşler sayesinde farklılıklarıyla bir arada bulunanların yeni bir toplum inşa ettiğini de gözler önüne seriyor.

İSLAM ETRAFINDA YENİ DÜNYA
Göle, önsözden sonra çalışmasını yine farklı bir perspektiften incelemeye tabi tutuyor ve Avrupa’nın ortasında İslâm etrafında bilinen “yeni dünya”yı halı dokuma zanaatına benzetiyor. Hatta bunun üzerine şu örneği veriyor okura“Kamusal ihtilaflar etrafında farklı etnik kökene, farklı dini inançlara ve farklı siyasi kanaatlere sahip aktörlerin yüzleri ve sesleriyle ilmek ilmek, düğüm düğüm bir halı gibi dokunuyordu Avrupa. İşte tüm bu renkli ipliklerin düğümlerinin tekrarlanmasıyla oluşan motiflerden bir Avrupa kompozisyonu çıkıyordu ortaya.”
Kitapta “İslama “Girmek Yasak”, “Sıradan Müslümanlar”, “İhtilaflı Namaz Mekanları”, “Suskun Minareler, Şeffaf Camiler”, “Kutsal, Sanat ve Şiddet”, “Örtünme ve Aktif Azınlıklar”, “Şeriatı Ne Yapmalı?”, “Helal Yaşam Tarzları”, “Yahudi İmleci” ve sonuç bölümü “Müslümanların Avrupa Sahnesine Çıkışı” şeklinde başlıklar halinde Avrupa’daki Müslümanların yaşantısı üzerine değerlendirmeler yapılıyor.
 

İHTİLAFLI NAMAZ
Göle, kamusal alanda namazın farklı bir boyut kazandığını din ve vicdan özgürlüğü haklarının işlevini yitirdiğini ise Paris ve Almanya’da gerçekleşen iki farklı olay üzerinden anlatıyor: “Paris’te 2000’li yıllarda caminin iç mekânının yetersizliği yüzünden cemaat dışarıya taşar, her cuma namaz süresince yol trafiğe kapanır, seccadeler serilir. Bu olay Marine Le Pen tarafından “işgal” niteliği taşıdığı söylenerek gündeme taşınır. İlk etapta siyasetçilerin çoğu tarafından kınanır ve “kamusal alanın gasp edilmesi laiklik prensibiyle bağdaşmaz” denilerek sokakta namaz yasaklanır. 2007 yılında ise Almanya’da bir lise öğrencisi öğle ve ikindi namazlarını okulun koridorlarından birinin tenha bir köşesine çekilerek kılar bazen de küçük bir grup ona eşlik eder. Okul namazı yasaklar ve öğrenci bu olayı mahkemeye taşır. Dört yıllık mücadele sonunda okulun dinsel tarafsızlığın garantisi olması gerektiği vurgusuyla okulda namaz kılınması yasaklanır. Alınan kararlar kamusal alanda  –bireysel ve kolektif- farklı biçimlerde ortaya çıkan namazı yasaklamak için ibadet özgürlüğünden feragat pahasına ileri sürülmüştür. Böylece İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğü toplumsal tartışmaların merkezi haline gelir.  
Kolektif ve uzun soluklu bir araştırma olan kitap, Müslümanların Avrupa’daki varlığına dair bir umut tutanağı gibi. Medyatik, edebi veya siyasi ihtilaflar çerçevesinde Müslümanlar bu kitap aracılığıyla seslerini duyurmaya çalışmış. Ayrıca eseri detaylı bir şekilde incelediğimizde Göle, Fransız romancı Michel Houellebecq ile İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’nin nefret dolu söylemlerinin yarattığı yankıyı, Hasan el Benna’nın torunu, Avrupa’da İslam’ın savunucusu Tarık Ramazan’ın ne kadar rağbet gördüğünü ve gençlerin de mülakatlar sonucu Ramazan’ın yazılarına atıflarda bulunduğunu, Ayan Hirsi Ali’nin laik Müslümanların sesini temsil ettiğini dile getirmiş. Söylemeden geçmeyelim bu eserden yola çıkarak muazzam bir kitap listesi yapmak mümkün: Michel Houellebecq-Soumission, Orhan Pamuk-Öteki Renkler, Erving Goffman-Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, Tarık Ramazan- Avrupada Müslüman Olmak gibi… Keyifli Okumalar…

Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar
Nilüfer Göle
Metis Yayınları

(Star Gazetesi Kitap Eki 2015 yılı Kasım sayısında yayınlanmıştır.)

11 Ekim 2015 Pazar

KONSTANTİNİYYE OTELİ –LİVANELİ





Yağmurlu bir Pazar… 
Havada kana bulanmış toprak kokusu var. Akşamdan kalma zihnim ile kendimi posta kutusunun başında buluyorum. Zarflar arasında birisi ilgimi çekiyor; “Şehirlerin Kraliçesi İstanbul’da geçmişi ve günümüzü bir arada yansıtan HOTEL KONSTANTİNİYE’nin açılış davetine katılmanız bizi onurlandıracaktır.”  Tarihe ve saate bakıyorum ki açılış bugün ve sadece bir saat kalmış. Hemen hazırlanmaya başlamalı. Bir kadın için bir saat dünyayı fethetmeye yeter de artar bile…


Altın varaklı kapıları geçtikten sonra daveti organize eden Zehra’yı görüyorum. Bana doğru gelmeye başlıyor. O her zamanki iş bilir, sorun çözen, her şeye çare bulan haliyle…  Ergun Bey ile tokalaştıktan sonra bana ayrılan masaya doğru ilerliyorum. Görkemli avizelerin altında etrafa göz atarken konuk listesinin özenle hazırlandığı belli ediyor kendini. Her masa farklı bir serüveni barındırıyor, yanlarından geçerken konuşmalar bir bir gülümsetiyor. O sırada parlak mor ceketli, saçları jöleli yakışıklı sunucu, aşırı özenli Ankara Devlet Tiyatrosu telaffuzu ve bariton sesiyle, “Hanımefendiler, beyefendiler hoş geldiiiniiizz, sefalar getirdiniiiizzzz” diyor ve Elmas Hanım’ı sahneye davet ediyor. Elmas Hanım her zamanki gibi endamlı duruşuyla sahneye geliyor ve yine özentiliğinden İngilizce konuşacağım derken "Süleyman the law maker" diyeceğine "Süleyman the love maker" diyerek kendine güldürmeyi başarıyor. Sahneden inince Zehra ve Elmas Hanım arasındaki gerginliği hissedince hemen peşlerinden odaya gidiyorum bende. O sırada Elmas Hanım Zehra’ya aile sırlarını anlatmaya başlıyor. Kendisinin hemşirelik okulunu bitirdikten sonra Ergun Bey’in babası İsmail Bey’e bakması için kendisini tuttuklarını söylüyor. Meğer bu zaman zarfında biriken anılar, hoş sohbetler derken İsmail Bey evlenmelerini tavsiye etmiş ve hikayeleri böyle başlamış. Zehra ve Elmas Hanım’ı odada bırakıp salona iniyorum. Bir masanın yanında geçerken yaşlı bir beyefendinin garsona “Oğlum, madem bu işi yapıyorsun işi öğren, merlot diye bir şey yok onun adı merlo, merlo” dediğini duyup gülüp geçiyorum. Ali İhsan Bey’in sesini duyunca onun olduğu masaya doğru ilerliyorum. Kendisi bu topraklarda niçin büyük beyinlerin yetişmediğinin derdini çekerken Sefarad Yahudilerini ve aşkenazları karşılaştırıyor. Bir anda aynı masada oturan Mükerrem Bey rahatsızlanıp kalkıyor. Mükerrem Bey orduya denizaltı, tank gibi birçok şey satan bir iş adamı. Eşi Mahinur Hanım’ın ise hikayesi bakışlarındaki kırışıklıklardan okunuyor.  O sırada dalgın dalgın etrafı seyrederken salona Livaneli’nin girdiğini görüyorum ama o kadar insanın arasında bir anda gözden kaybediyorum. Dvorak’ın yeni dünya senfonisi eşliğinde masama doğru ilerliyorum. Birden masamda Livaneli’yi görünce selam verip oturuyorum. İşte o an başlıyor benim için açılış. Anthony Tropella’nın romanları, 2014’te ki kadın cinayetleri, iş kazalarında tershanelerde ölen işçiler, Marlowe’, Şostakoviç müziğinden konuşurken ilerliyor zaman ve ben kimi zaman şaşkın, kimi zaman hüsran, kimi zaman ise kahkahalar eşliğinde sıkılmadan açılıştan ayrılıyorum.


Doğan Kitap bünyesinde çıkan Konstantiniyye Oteli, okudukça içine çeken, her karakterinin düşüncelerinde ilham veren, bütünleştiren, içselleştiren, kıskandıran, ara sıra gülümseten, ara sıra sızlatan, düşüncelerin evreninde İstanbul’un büyüsünü ve ölümün pençesine düşmüş insanların, hem en iyi hem en kötü hallerimizde bizi yaratıcı ve becerikli kılan şeyin yani hüsranın, mütemadiyen sorgulama durumunda kalınılan sevginin portresini okuyucuya taşımaktadır. 

10 Eylül 2015 Perşembe

AŞILMIŞ DUVARLAR - ÜNSAL ÜNLÜ


Modernle gelen insanın içerisinde bunalanlar, uzak ve bilinmez coğrafyaların hayal mütercimleri, katılaşan kalpte sabahların kadrini bilmeyenler, zihinlerde büyüyen kar, imlalarda boğulmaya yüz tutan dengeler deneme, öykü, roman harici hem sitemkar hem alaycı hem de kırılgan bir şekilde kendilerini nerede barındırabilir… Şiir dediğinizi duyar gibiyim…

Okur Kitaplığı bünyesinde çıkan Aşılmış Duvarlar, hayatı simgeleyen Tünel şiiri ile karşılar ve karanlıkta görülen bir ışık timsali birbirine bağlantılı şiir mefkuresi ile sizleri ağırlamaya devam eder; Rüzgarla Gelen, Onmaz Meseller Firarisi, Büyü Bozuldu, Saklambaç, Zaman Aşırı, Onlarsız Düşlüyoruz Dünyayı… Bu süreçte sözcüklerin gizemi aralandıkça yeni satırla yelken açacak ve özgürlüğün tadını almaya başlayacaksınız. Kimi zamanda bir şiirin yükünü sırtlanmış kaderiyle kederleneceksiniz.
Ünsal Ünlü’nün dış alemi içselleştirerek oluşturduğu zihinsel tasarımı, imgeler dışında kendi anlayış tarzını yansıtması, yaşadığı olumsuzluklara rağmen kendi sesini şiirle satırlara nakşetmesi farkını ortaya koymaktadır. Bunların yanı sıra dünyasında kendini yabancı hisseden varlığı ne var ol(a)mayacak olan geçmişle ne de henüz zamanı gelmemiş gelecek ile temellendiren günümüz insanının yine dünyaya ve an’a sarılmasını ustalıkla şiirlerine işlemiştir. Ayrıca yazarımız şiirlerinde insani bir duruşu resmeder. Gerçeklere ne kadar göz yumduğumuzun ve bu göz yummanın kapatamadıklarına çözüm arayanların olmadığını ve nasıl çaresiz kaldığımızı dizelerine yansıtır. Bu nedenle yazarımızın şiirleri zamanın hikayesine bir sesleniştir.
An Farkıyla
Hayatta An Fakıyla kaçırdıklarımıza da son şiiriyle değinen Ünlü’den sızlanmaların, vazgeçilmezliğin sırrını öğreneceğiz. Ne de olsa an, geçmişin birikimi yarının yatırımıdır. Geçmiş ve gelecek arasında bir zihin harmanlayıcısıdır. Ölüm, korku, ihanet, mutluluk, ürperti, heyecan, ayrılık: bu duygularla donanan yaşama karşılık (zam)an algımızdaki parçalanmışlığı yine yaşamımızdaki parçalanmışlıkla (an) gidermeye çalışıyoruz. Ünlü, günümüzde dile pelesenk olmuş an kavramının içerisini doldurarak an’ı yaşamanın bedelinin aslında ne olduğunu insanın kalbinde okunacak benlere yorar ve son satırlarıyla kitabını şu şekilde bitirir;


Hadi uyan artık
An’ın farkında olmasan da olur
Kokuyor toprak
Tutup seni yağmurlara
Seni yıkanmış rüzgarlara
Uyusundan henüz uyanmış kadınlara
İsmini hep susacaklara anlatacağım

An farkıyla dünyayı gezdiriyorum başımda

Aşklar sayısız çırpınışlarla biter
Sonra kalem bir kere yazar
Ve susar an farkıyla 

9 Eylül 2015 Çarşamba

LÜTFİ PARLAK - DELİ DUMRUL



(09/09/2015'te Yeni Şafak Kitap Ekinde yayınlanmıştır.) 

Tarihin farklı döneminde yaşanmış olayları, kahramanları ve onları kuşatan maceraları bizlere kendi üslubuyla aktaran Lütfi Parlak’ın tarihi romanları “Behramoğlu Balak”, “Yemen”, “Genç Osman” ve “Sudan Gelen” e bir yenisi daha eklendi. Bu sefer Lütfi Parlak çizgi filmleriyle büyüdüğümüz, farklı farklı kitaplarda defalarca okuduğumuz bazı geceler masal olarak dinlediğimiz Dede Korkut hikâyelerinden “Deli Dumrul” ile karşımıza çıkıyor.

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin bilinen en eski hikâyeleridir. On iki destansı hikâyeden oluşan Dede Korkut, tarih boyunca dilden dile aktarılan sözlü geleneğin bir parçasıdır. Deli Dumrul ise Dede Korkut hikâyelerinden beşincisini oluşturmaktadır. Elbette bu hikâyeyi biliyoruz diyerek anlatmaya başlayacaksınız.

“Duha Koca oğlu Deli Dumrul adında bir er varmış. Kuru çayın üzerine köprü yaptırmış. Her geçenden otuz akçe geçmeyenden kırk akçe alırmış. Bir gün bu köprünün orada bir yiğit ölmüş ve etrafındakilerin feryatları üzerine Deli Dumrul orada bitivermiş. Yiğidin ölmesi yüzünden Azrail’e kızmış ve meydan okumuş…”

Hikâye böyle devam eder, eder de Lütfi Parlak’ın bu eserinde karakterleri canlandırmadaki titizliği, zaman ve mekan konusundaki doğruya yakın anlatımı ve olayları detaylandırmadaki titizliği okuyucuyu daha çok kitabın içerisine çeker. Duha Koca’nın duası, Deli Dumrul’un beşik kertmesini bulmak için elinden geleni ardına koymaması, kayınbiraderi ile dövüşmek zorunda kalması… Tüm bu detaylar Parlak’ın ustalığını konuşturuyor. Olayların geçtiği zaman, coğrafi özellikler, soysa-kültürel yapı, topluma hakim olan inanç sistemi gibi tarihsel zenginliklerin derin bir araştırma sonucunda farklı bir perspektiften nakledilmesi eserin içeriğini zenginleştiriyor. Ayrıca, tarihi hikayenin üzerinde çok fazla değişiklik yapılmadan bizlere sunulmuş olması elimizdeki metinlerin değerini bir kat daha arttırıyor. Ne de olsa başarılı bir tarihi roman, gerçeği buğulandırmadan yansıtandır.

Dede Korkut hikâyeleri ne kadar dağdan usul usul akan ırmak gibi gözükse de ırmağın görünmeyeninde, ortaya çıkmayı bekleyen bir derya yatıyor. Toplumsal açıdan önemli unsurların taşıyıcısı olan Dede Korkut metinleri, yazar tarafından etkileyici bir anlatımla romanın içerisinde tekrar yer buluyor. Ayrıca, bu destansı hikaye, unutulmaya yüz tutmuş kimi atasözlerinin (“Ecel vakti ermeyince can çıkmaz”, “derdi çeken bilir ağuyu içen bilir”, “kar ne kadar çok yağarsa yaza kalmaz”, “gözün kimi tutarsa gönlün kimi severse”, “canı yerine can olsun onun canı can olsun” gibi…) hafızalarımızda tekrar yer etmesine imkan buluyor.

Öyle sanıyorum ki tarihi dönemler içinde toplumsal yapıyı oluşturan aile, ahlaki değerler, kültürel yaşam ve bireylere yüklenen rollere dair sunulan motiflerle Deli Dumrul, keyifle okuyacağınız bir roman olacak.

Keyifli Okumalar.