17 Nisan 2013 Çarşamba

NECİP FAZIL KISAKÜREK





Hayal âleminin sınırlarını zorlayan, duygularını farklı boyutlarda sunan, yaşamayı yazmakla özdeşleştiren, cansız varlıklara bile ruh veren, huzuru şiirin derinliklerinde bulan, lezzeti dil ve damağında şiirle hisseden, düşüncelerinin enginliğinde eşine az rastlanan bir şair Necip Fazıl Kısakürek.


26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’ta, Sultanahmet’e doğru inen sokaklardan birinde, kocaman bir konakta dünyaya geldi. Doğduğunda doktorlar “yaşamaz” deseler de O kelimeleri, eşyayı, zamanı, mekânı ve oluşu bilinen yüzleri ile onların ötesinde, özünde ve üstündeki sırrı hakikatte yaşayacaktı.
Kelimelerle dans etmeye ne zaman başladığını “Çile” isimli şiir kitabının takdim bölümünde şöyle anlatıyor Necip Fazıl Kısakürek:
Şairliğim on iki yaşımda başladı.
Bahanesi tuhaftır:
Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter…  Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp:
-          Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!                           
Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
-          Şair olacağım!
Ve oldum.
Sezerek yapma(k) ve düşünerek bulma(k) ve belli bir sanat anlayışından tüten şiirler, bir yanda bu sanat anlayışının tüttürdüğü şiir mefkûresi… Bir yanda yemişin içindeki lezzet, bir yanda yemişin dışındaki lezzet reçetesi… Kömürün içindeki asli cevheri şiirleriyle kaleme alan Necip Fazıl şiire olan bağlılığını şöyle dile getiriyor.
“ Biz şiiri iman için bilmişiz;  ve bu mihrak bilgiyi, her bilginin geçtiği binbir yol ağzı biliyoruz.”
Ve O’na göre şair demek;
“Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber: Kâinat Efendisi Allah’ın Sevgilisi’ni sezmeye doğru hususi ve ileri bir istidat.”
1928 yılında “Kaldırımlar”ın yayınlanmasıyla şöhretin zirvesine çıktı.1934 yılında yolu, mürşidi Abdulhakim Arvasi Hazretleriyle birleşti. Arvasi Hazretlerini buluncaya kadar geçen hayatını şöyle dile getirmiş “İnandığım dünya bir anda elimden çıkıveriyor ve ben başka bir dünyaya uyanıyorum.” Hayatında o ana kadar oyuncaktan  pantolona, ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, ne aldıysa, ne öğrendiyse hepsini geri vermiş ve ruhuna işledikleri de bir sarsılışta yıkılmış.
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”
Arvasi Hazretleri ruhunun büyük zelzelesi, bir yıkıntı âleminin içerisinde Allah’a açılan kapıyı meydana çıkaran zat. Eşya ve hadiselerin aslı, özü, cevheri, maddenin mahpus olduğu sandık, her şeyi kaybetmiş ama sonunda Allah’ı kazanmış Necip Fazıl Kısakürek…
O ve Ben” kitabında Arvasi Hazretlerini şöyle tanımlıyor.
İnsanoğluna, kendi öz eserinin tahakkümüne başladığı, madde keşiflerinin insanları burunlarından halkaladığı ve bütün ruh müeyyidelerinin bangır bangır iflasa sürüklediği manevi panik devrinde kutup; böyle bir devirde her ölçüyü müdafaa ve muhafazaya memur kutup ne demekse, Es’ Seyyid Abdülhakim Arvasi, o…  14’üncü Hicri Asrın yenileyicisi…
İçinde, etinde, kemiğinde beyninde ve iliğinde fokur fokur kaynadığını, kaynatıldığını, tohumun merkezindeki görünmez noktanın kıvranışını görebilen gözlerin mazhariyetine kavuşuyor Necip Fazıl. Bu vakitten sonra Allah yolunda parça parça olduğunu, suyun içinde ateşle kavrulduğunu, âşıkla maşuk misali bir muhabbetin içerisine girdiğini mısralarında hissediyoruz.
Sırtımda, taşınmaz yükü göklerin;
Herkes koşar, zıplar; ben yürüyemem!
İsterseniz hayat aşını verin;
Sayılı nimetler bal olsa yemem!
Ey akıl, nasıl da delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka hiçbir şey demem!
Hadiselerin sebep ve neticelerine kadar bütün yeryüzü tecellilerini, gururu, nefsi, eşya ve hadiselerin peçelerini kaldırıp iç yüzüyle bir araya gelmek için demir parmaklıklı kafeslere kapatmış dünyayı. Fertler arası bütün münasebet ve intikal vasıtalarını kaybetmenin, dipsiz bir kuyu içinde tek başına kalmanın ve ilahi azameti birdenbire şahdamarında hissetmenin ve her yerde, her şeyin içinde, herkesin ortasında garip olma halini, her şeye ve herkese uzaklığın da aks-ı davasını mısralarında dile getirmiş.
Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık;
Anla ki, yok, Allah’tan başkasıyla yakınlık…
Kalemiyle fetihlere çıkarak, kelime üstü feyizle tütmeye başlayan mısralar zinciri. Okyanuslar gibi dalgalanan düşüncelerde özenle seçilen inciler dizisi. Çileler ve kahırlar caddesinde itişe kakışa yol açılarak, kâinatın binbir çeşit dekorlarının keşfi sonunda Rab’i bilmenin tadı şiirlerinin yansıması.
Atomlarda cümbüş, donanmada, şenlik
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içeiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta,
Ver cüceye, onun olsun şairlik
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak,
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuzluğa varmak…


Edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlarken kendine de aşırı bir güven duymuştur. Kendine duyduğu aşırı güven sayesinde atak üslubu, cesaretiyle birleşince ortaya ince nükteler çıkar:
Dostlarından biri, bir gün Necip Fazıl’a dünyanın bütün dillerinde aynı oranda önemli kelimeler olup olmadığını sorar. Necip Fazıl gayet ciddi bir yüz ifadesiyle dostuna döner ve cevap verir:
-Evet, var: Necip Fazıl.
Kendi deyişiyle “anlaşılmadan benimsenmek”le “tanınmadan dışlanmak” arasına sıkışan bir yalnızlık kesitindeki yaşamı, onun için daima sırlarla doludur. Kimisi için Necip Fazıl, geleneksel Türk şiirinin söyleyiş imkânlarını modern şiirin biçimleriyle tekrar çoğaltmasını bilmiş, duru Türkçenin temsilcisiyken, bazısı için O, birey olma kaygısını tasavvufi arayışının potasında eritebilmeyi başarmış bir zekâdır. Fakat hangi yönden yaklaşılırsa yaklaşılsın Necip Fazıl, Türk edebiyatının nadide isimlerindendir.
Dili bedene elbise gibi giydirir ve konuşurken, yazarken manalar adeta çığlıklar atar. Beyazla siyah arasında her renge giren ve aslı siyah zifiri karanlık olan nefsi yenip ruhunu mahpus olduğu dört köşe kabın içerisinden kurtarır ve mutlak hakikatin kudsi nuruna doğru kanatlanır Necip Fazıl.
Namaz yeni yağmış kar tabakasından daha lekesiz bir zemin üzerinde, manolya ağacının en yüksek noktasındaki çiçeklerden daha pak uzuvlarla edilen ibadettir Necip Fazıl’ın mısralarında. Kulun Allah’ta yok olduğunun ilanı ancak secdeyle hakikat bulur. Sevgiliyle buluşma heyecanını doruklarında yaşayan Necip Fazıl şöyle niyaz eder:
Eklense de başıma dünyada kaç baş varsa,
Başım, onların hepsi için secdeye varsa…
İçimizi doyuran ve kandıran, önce his sonra fikrettiğimiz hakikat ve bu âlemde hiçbir şeyin izahını yapamazken hatta izah etmek için kullandığımız kelimeleri başka kelimelerle izah etmeye muhtaçken izah edilemeyenlerin en büyüğü, kâinatın tek ve mutlak izahı Allah’la kavuşmayı Necip Fazıl inci gibi şöyle seriyor önümüze;
Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!
İnsan ölüm kurşununu bir an içinde yer, fakat ölümü hep devam eder. Son’a adım adım yaklaşmak ve o sonda Allah’ta yok olmak, her şeyi arkada bırakmak eşi, dostu, malı, mülkü ve hiçbir şeyin farkında olmamak, kendinden geçerek ruhla selamete erme(k) ölmek. Büyük randevu nerede ve saat kaçta hangi tabutun içinde bilinmez. Dünya sesi, kokusu rengi bitecek ve son kez yanacak sokak lambaları, son kez esecek rüzgâr senin için korku ve endişe içerisinde. Fakat Necip fazıl bu dünya karanlığının güzelliğini dizesine şöyle yansıtmış;
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..
Ölmeden önce ölümü iliklerinde hisseden Necip Fazıl renk renk, şekil şekil, fısıltı fısıltı hatıralara bağlanmadan ölümü bayram sevinci olarak nitelendirirken sözlerine nüksetmiş Azrail ile karşılaşması;
Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küsüm;
Gözümde son marifet, Azrail’e tebessüm…
O demde ki, perdeler kalkar; perdeler iner,
Azrail’e “hoş geldin!” diyebilmekte hüner…
Dünyanın vızıltılı atmosferinde ebedi huzurun ahengi ölümü daha eşsiz kılacaktır. Varoluşun mutlak gayesindeki sırra vakıf olabilmek için Necip Fazıl kendinden geçerek mısralarında sonsuzluğu ister. Naçizane bir kemale eriş, dipsiz kuyunun karanlığında suyun berraklığını görebilmek, Allah ile mülahazanın doyumsuz lezzetine varmak ve Allah’la bir olmak için kalemi yazar gönüle.
Dünya’ya zerre kadar damlayan mey’le sarhoşluğun zirvesine Allah ile hemhal olan, peygamber ile muhabbet dolan Necip Fazıl “Çile”nin takdim bölümünde şiirle aşkını, Allah’la bağını şöyle dile getiriyor:
Birçoklarınca O’na bağlanmadan Allah’a bağlanmak mümkün… Fakat bizce Allah’a bağlanmanın yolu, Allah’ın iradesiyle yalnız O’na bağlanmak olduğuna göre, şiirin tahsisi gibi muhteşem bir davada O’nu, kendi yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan Kâinatın ta merkezinde görmemek ne mümkün?.. Üstün idrak müessesi şiir, ilk borç olarak, elinde Kâinat sırlarının anahtarı, O’nun hilkat sırrının ve Kâinatın Efendiliği makamının eşiğinde dize gelecektir. Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden birisi… Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin süpürücüsüyüm!
Dördüncü boyuta şiir yazan adam Necip Fazıl Kısakürek mutlak hakikate ulaşmanın başlangıcına doğru yolculuğa çıktı. 25 Mayıs 1983’te ebediyet yolunun sonsuz caddelerini ışıldatan projektörler altında kurtuluş beldesine vardı. Yatağında doğrulup bal rengi gözlerini pencereden dışarıya, derin karanlığa dikmesi ve pembeden daha kırmızı dudaklarının hafifçe kıpırdayıp “demek böyle ölünürmüş” cümlesi ile son buldu hayatı. Doğduğu gün olan 26 Mayıs Perşembe günü ebedi karanlığın mahzenine indirdiler büyükbabasının “akl-ı evvel” torunu Necip  Fazıl’ı. Ama bu onun için bir son değil, aksine şiirlerinde yıllarca aradığı hakikatin merkezindeki saraya girişti. Necip Fazıl, geride bıraktığı dev külliyatıyla, ömrünü verdiği fikir mücadelesiyle, siyasi ve tarihi incelemeleriyle, aksiyonuyla, şiir anlayışıyla Türk fikir ve edebiyat dünyasının gündeminde ve gönlünde her zaman ön safta yer alacak, ezeli edebiyat bestesinde ebedi bir ses olarak kalacaktır. Necip Fazıl’ı misafir eden Eyüp mezarlığında mısraları bir bir fısıldayacak size taşlar ve ağaçlar.
Birbiri ardınca billur gibi dökülen mısralar mı kaldı senden geriye,
Cevherine kavuşmak için hasret ve çile mi kaldı gönüllerde,
Ey Şair! Ey cevherin aslıyla uğraşan kemal!
Nice Necip’ler doğdu seninle, dizelerinle…

9 Nisan 2013 Salı

GÜNÜN KISA TARİHİ - NAZİFE ŞİŞMAN





An zamanın içinde bir deryadır.

  Dünyaya bakma(k) ve dünyayı görme(k) arasındaki farka dikkat çekebilmek için fevkalade bir kitapla ağırlayacağım sizi ve tadına doyamayacaksınız sizde oluşan tasavvurlarla. Nazife Hanım anılarında oluşturduğu çağrışımları modern zamanın getirdikleriyle aktarmış Günün Kısa Tarihi ‘n de. Zamanın içinde dans eden gelenekler, değişen yargılar…
  Modern dönemin en önemli özelliklerinden ‘hız’ın bizi nerelere çıkardığını ve uçan balon misali yükselebilmek için hangi kum torbalarını umarsızca attığımızı bu kitapta göreceksiniz. Kum torbalarına böldüğümüz yaşamın parçalarını bir tuvalde aynı anda resmetmek için ilk önce düşüncelere yansıtmaya çalışmış Nazife Hanım. Kitabın tadına varabilmek için seyahate çıkacağız sizinle ama yüzyıllar öncesine götürmeyeceğim sizi hafızalarınızı yoklayıp birkaç yıl öteye adım atacağız. Elektriğin olmadığı, suyun kuyulardan, derelerden taşındığı, sadece muhtarın evinde telefon olduğu, siyah beyaz ekranlı televizyonların seyredildiği, beyaz çamaşırların kazanlarda kaynatıldığı, dileklerimizin kabulü için türbelere koşuşturduğumuz zamana; yani yirmi yıl öncesine gidiyoruz. Her şey değerli, kıymetli; tadı tuzu yerinde yaşamlar, yetişilecek yerler yok… Dostluklar ve arkadaşlıklar ömürlük, modanın değişen renkleri gibi değil. Ve şimdi zaman hızla akıp gidiyor ve bu hıza yetişmekte zorlanıyoruz. Hayatı kolaylaştıran teknolojik aletler, modern türbeler (avm) etrafında geçiyor ömrümüz ve yaşadığımız an, henüz anın içinde iken tarih oluyor ve biz “şimdi’yi” hemen tarihin çöplüğüne atıp gözümüzü geleceğe dikiyoruz.
  Ambalajlı mutluluklar içerisinde boğulmuş insanlar, reklam ve dizilerle özendirilen hayatlar, daha doğrusu tüketim merkezli şekillenen hayat tarzlarına yetişememe korkusu, hiç çaba sarf edilmeden kazanılan hayatlara ilgi, yaşam kalitesini artırmaya yönelik her türlü yöntem meşrudur kabullenişi modern zamanın getirdikleridir. Başkalarının hastalıklarını tedavi etmekte kullanmak üzere embriyo ‘yaratıp’ sonra da öldürme(k) konusunda çok rahat davranabiliyoruz. Öjeni (doğumda iyi), ötenazi ( ölümde iyi) tartışıyor; bunu yaparken işin ahlaki yanını bir kenara bırakarak hukuki açıdan değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Bedenin mülk olarak algılanması, intihar ve ötenaziyle modern yaklaşım içerisinde yer alıyor. Kişinin bedeni, her istediğini uygulayabileceği bir mülk değil, Allah’ın rızasına uygun kullanmak üzere ona verilen bir emanet olmasına rağmen.
  Modern insan, hayattan zevk alma üzerine kurulu dünyasını kimsenin bozmasına izin vermez. Ölünün arkasından yas tutmak, mesela; eğlence ahlakının, bu hayatın her ne olursa olsun zevk alma üzerine kurulu etik görev anlayışının, başkalarının keyfini kaçıracak hiçbir şey yapmama yönündeki buyruğun, yükümlülüğe dönüşmüş mutluluk hakkının ihlalidir. Bakıma muhtaçlar ordusunun artması, yeni gelir üzerindeki vergilerin artması demek olan çocuk ve yaşlı nüfusunun sınırlandırılması da, işte bu hayattan ne olursa olsun zevk alma anlayışına dayanır. Bu yüzden ölüm, evden hastanelere taşınır. Evinde son kez rahat etsin anlayışı yerini soğuk hastane köşelerine bırakır.
  Yaz kur’an kurslarında hatim eden çocuklara yapılan merasimler yerini okuma bayramlarına, davullu, zurnalı, içkili mezuniyet törenlerine/gecelerine bıraktı. Kurban bayramının kutsallığı yerine televizyonlarda kaçan kurbanlıklar, kendilerini yaralayanların haberleriyle dolup taştı.
Hız, değişim ve yeninin kutsanması modern dönemin özelliğidir. Tarih, bize pek çok şeyin değiştiğini gösterse de insanın yeryüzündeki konumunun (insanlık durumunun) değişmediğinin bilgisini vermektedir. Bu sebeple hızın ve değişimin hâkimiyeti altındaki “an” önemsenmelidir.
  Geleneksel rol kalıplarının ortadan kalktığı; kentleşme, modernleşme, postmodernleşme, küreselleşme vs. pek çok sürecin geleneksel rol dağılımını ve bu dağılımın arka planındaki tasavvuru alt üst ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu alt üst oluşla hesaplaşırken dedelerimizin ve ninelerimizin hayatlarından kendimize bir ayak izi çıkarmamız önemli. Zira ayak izi, yol göstericidir; önceliklerimizin, sabitelerimizin nasıl pratiğe taşındığını, nasıl bir hayat tarzı haline geldiğini idrak ederiz bu sayede. Kutsal kabullerimizi yenidünya inşasının arka planında bırakmadan anlamlı katmanlar kurmaya…

(Âlâ Dergisinden yayımlanmıştır.)





8 Nisan 2013 Pazartesi

AKRA’DA BULUNAN ELYAZMASI - PAULO COELHO




Sevgi, buluta dönüşen suya benzer; gökyüzüne yükselir ve her şeye uzaktan bakabilir; ama bir gün yeryüzüne inmek zorunda kalacağının da bilincindedir.
   
Bin yıl önce düşman Kudüs’ün etrafını sarmış saldırmaya hazırlanırken, o altın varaklı gökyüzünün altında toplanmış halkın, Kıpti adındaki bilgeye sordukları ‘varoluşsal’ sorular ve verilen cevaplar üzerine yazılmış çağları aşan bir sırdır “Akra’da Bulunan Elyazması”

  
Kıpti için ‘an’ eşsizdir; bu yüzden “yarın bize neler olacağını kimse bilemez, çünkü her günün iyisi ve kötüsü aynı gün içerisinde olup biter; biz gündelik yaşamımızdan, yüzleşmek zorunda kaldığımız güçlüklerden bahsedeceğiz” der ve hayatın insanı karşılaştırdığı o kaçınılmaz duygular ve eylemler üzerine halk ‘varolma’ sorularını sorar. “Yenilgi” , “Mağlubiyet”, “Yalnızlık”, “Değişim”, “Korku”, “Güzellik”, “Kararlılık”, “Zarafet”, “Mucize”, “Saygı”, “Sadakat”, “Endişe”, “Kaygı”… Kıpti duyduklarını ve gördüklerini, yılların değiştiremediği cevaplarla aktarır. Hayatımıza yön veren bu kavramların bizde oluşturduğu karamsarlık yerine altında yatan sevgiye değer verilmesini, sevgi ortalıklarda görünmese bile onun varlığıyla karşılaşmaya hazırlıklı olunması gerektiğini dile getirir.

    
Hayatın yaşamamız gereken duygularını, kendi içimizde farklı anlamlandırırız. Kendi büyümüzün etkisi, anlamlandırdıklarımıza yansır. Bazen ön yargılarımız bazen de değerler yardımcı olur bize. Fakat bunlar bizi sarıp sarmalar; altındaki sırlı hakikati bulmakta zorlanırız. Hayatın getirdikleriyle beklentiler uyuşmadığında “neden yaşamımız kaderimizi belirlemeye girişir” diye sorarız. “Zamanda geriye gidilmez ama isteyen herkes zamanda ileriye gidebilir” der Kıpti. Zaman ve mekân her konuda mantıklı açıklamalar sunsa da insanın ruhunu besleyen gizemdir, gökyüzünde şimşek çaktığında bunu sağlayan Tanrı’nın gizemi gibi. 

   Kıpti’ye herkes kendinden sorar. Eylemler zihnen anladığımız gibi anlamlandırıldığından Kıpti kendisi gibi bakar hayata, elbette iyi bakacaktır da. Karşılıksız sevmek, karşılıksız eylemlerde bulunmak… Hiç bir beklenti içerisine girmeden sevgiyle bakılan dünya, iyilerin dünyası olacaktır. Savaş aslında iyiliğin kötülükle, cesaretin korkaklıkla, karanlığın aydınlıkla, sevginin korku ile çarpışmasıdır. Tüm kâinat karanlık ve sessizlik içerisinde, insanlar karanlık içindeki aydınlıkta. Karanlık ve sessizlik ışığın ve sesin olmadığı değil tüm ışıkları içinde muhafaza eden güçtür. Karanlık aslında aydınlıktır görmeyi bilene. İnsan herkesi kendi gibi görür, karşısındaki yoktur, hele sevgi varsa daha da bütünleşir, o vakit dünya yuvarlaklaşır ve içi dışı tek olur. 
   Paulo Coelho’nun “Akra’da Bulunan Elyazması” adlı eseri, içerisinde bulunduğumuz dünyaya farklı açılardan bakmamızı sağlar. İnsana bakma(k)nın yöntemini öğretir. Sorularla selamlayarak başlayan kitap, küçük hikâyelerle elveda der size… Bu hikâyelerden birinin doyumsuz lezzetine ulaşmak için tadına bakılmalı ki kavramların altındaki iç manayı, gizemi ve nihayetinde sevgiyi yeryüzüne indirebilme kabiliyetini kavrayabilmek umudu doğsun günlerimize, gönüllerimize, ‘gör’eceklerimize…


Tadımlık;
“Bir gün bir çiftçi tohum ekmek için evden ayrılmış. Ne talihsizliktir ki tohumların bir kısmı yolda yere dökülmüş ve gökten inen kuşlar tohumları yemiş.

Tohumlardan biri, taşocağından geçerken yere düşmüş ve oraların toprağı derin olmadığından çabucak yeşermiş. Ama güneş çıktığında yanıp kavrulmuş ve kökü kısa olduğu için kuruyup gitmiş.
Başka bir tohum, dikenli çalıların arasına düşmüş ve koca dikenlerin arasında yeşeremeden boğulmuştur.
Diğer bir tohum, verimli bir araziye düşmüş ve meyve vermiş, meyvesi de büyüyüp serpilmiş, derken otuz… altmış… yüz meyve vermiş.
İşte bu yüzden tohumlarınızı gittiğiniz her yere serpiştirin, çünkü hangilerinin yeşerip sonraki nesli aydınlatacağı hiç belli olmaz.”
                                                                                      Yolunuz açık olsun…

FİRARPEREST&ŞEMSPARE - ELİF ŞAFAK



















“Okurdan Elif Şafak’a, Elif Şafak’tan okura uzanan bir köprü.”

Onunla ilk kez ‘Aşk’ romanıyla tanıştım. Kitapçıda iki farklı kapak rengi çarpıcı gelmişti… Elimden bırakmadan aynı gün içerisinde bitirdim. Daha sonra diğer kitapları raflarımı süsleyerek yerlerini almaya başladı. ‘Bit Palas’, ‘Araf’, ‘Mahrem’, ‘İskender’… Okuyucusunu etkilemeyi başaran, vapurda, tren garında hayatın her köşesinde yer alan insanların oluşturduğu tasavvurları en mükemmel şekilde muhafaza eden, ortaya çıkaran ve kitaplarında her zaman farklı serüvenler yaratan bir sanatkâr. Taşta uyuyan heykeli ortaya çıkartmaya çalışan heykeltıraş misali bir yazar, Elif Şafak.



“Yazar olmak bir fırtınanın içinde savrulmak gibi bir şey. Dağılmak sarsıntının şiddetiyle kendini yeniden tanımak, hiç bilmediğin, kendi içindeki odaları keşfetmek gibi…”



Elif Hanım’ın en son çıkan kitabı Şemspare, Firarperest kitabını anımsattı ve tekrar bir göz gezdirmemi sağladı. Bende iki farklı serüveni ayıramadım ve Elif Hanım’ın denemelerden oluşan bu iki kitabıyla birlikte yolculuğa çıkalım istedim. Romanlarındaki efsun azalmasın diye onları size bırakıyorum. Firarperest şehrine doğru yolculuğumuz başlıyor ve bu şehri güneşten bir parça Şemspare aydınlatırken yürüyeceğiz arabanın giremediği dar sokaklarda. Köşe yazılarından derleme bir şehir burası. Her başlık gezilmeye değer gözler yoruluncaya, uyku bastırıncaya kadar. ‘Dünyayı Görmek’, ‘Yazın Doğup Hep Sonbaharda Yaşayanlar’, ‘Kadife Dostluklar Dikenli Aşklar’, ‘Dışarı Korkusu’, ‘Melankolik Sabahlar’, ‘Kadınları Sevmeyen Kadınlar’, ‘Kâğıt Kadın, Kalem Erkek Savına İnat’ birkaç başlık birkaç sokak arası misali… Güneşten bir parça süzülüyor yapraklar arasından ‘Yağmurda Mürekkep Damlası’, ‘Ortak Yaşam Alanları, Ortak Duyarlılıklar’, ‘Kürtçe Âşık Olmak’… Firarperest şehrinin bir köşesini siz oluşturdunuz, Şemspare aydınlatıyordu her sabah sizi. Elif Şafak belki de satırlarını sizden esinlenerek yazdı bu yüzden okura uzanan bir köprü… Vapurda gülümseyerek martılara simit atan bir çocuk veya ev işlerini yetiştirmeye çalışan bir anne veya bir taksi şoförü Firarperest şehrinin sakinleri, böyle de sürüyor veyalar bazen de Elif Hanım başrol olmuş karşımıza çıkıyor. Hayattan şikâyetlerimiz, değişen yargılarımız, en gülünç hallerimiz, kadın ve erkek yaptığımız işler arasındaki fark bazen de yapamadıklarımız, yapmak istemediklerimiz, kaygılarımızın derlemesi denilebilir Firarperest ve Şemspare. İki farklı kitap ve her denemede damakta kalan farklı bir tat. Elif Hanım küçük sırlarını da paylaşmış son kitabı Şemspare’de korsan kitap imzalamak, annesinin kızı, okurun yazarı olmak, kardeşlerine uzaktan bakmak, soy ismi olarak annesinin ismini almak gibi… Renk renk, dalga dalga keşifler senfonisi, okunmaya değer tecrübeler ve tavan arasında kalmış düşünceler dizisi. 

Bazen de her gün karşılaştığımız yaşanmışlıklar serüveninde bize sıradan gelen bir olaya farklı bir pencere açarak bakmış Elif Hanım. Fevkalade betimlemeler ve yelpaze gibi ferahlatan bir üslupla yazılmış satırlar sizi kitap bitimine kadar bir hanımefendi edasıyla ağırlayacak. Ve Elif Hanım evime misafir olmadı demeyeceksiniz. Bazı okuyucular paylaşamayacak;

 “Yalnız benim için yaz…” isimli yazıdan bir kesit; Ben sizi seneler evvel ilk romanınız ‘Pinhan’ ile tanıdım. O günden bugüne çıkan her kitabınızı okudum. Ama eskiden sadece benim yazarımdınız. Etrafımdakilere hep sizden ben bahsederdim. Şimdi herkesin yazarı oldunuz. Etrafımdakiler bana sizden bahsediyor. Bazen dayanamayıp arkadaşlarımı tersliyorum: bana niye Elif Şafak anlatıyorsunuz diyorum yahu siz daha onun ismini bile duymamışken ben onu okuyordum daha hiçbiriniz keşfetmemişti bile… Keşke sırf benim yazarım olarak kalsaydınız.”


Yazarını kıskanan, paylaşamayan okuyucu kitlesine sahip Elif Şafak. Ama onun için her okur özel bunu nereden mi çıkardım bana fısıldadıklarından ve sonunda bir göz kırpması yeterli oldu.“Nasıl ki parmak izlerimiz birbirine benzemiyorsa, hiçbir okurun okuma biçimi bir başkasınınkine benzemez. Bir romanı çok sayıda insan okuyabilir, ama herkesin okuması ayrı ve özeldir, tek ve biriciktir!” Her yazara kendimce isim veririm. Elif Şafak benim ‘bavulu elinde yazarım’ peki ya sizin? Değerli kitaplarla eşsiz kütüphaneler kurmaya…

(Âlâ Dergisinden yayımlanmıştır.)

6 Nisan 2013 Cumartesi

SU ÜSTÜNE YAZI YAZMAK - MUHYİDDİN ŞEKÛR




“İnsan sıradan yahut rastgele yaratılmış bir şey değildir, mükemmel bir sanatla yaratılmış ve bir büyük gayeye doğru yürütülmektedir; kendisi ebedi değildir ama ebediyen yaşatılacaktır: ve bu beden sufli ve arızidir ancak ruh ulvi ve semavidir.”


Muhyiddin Şekur “Su Üstüne Yazı Yazmak” isimli eserinde tasavvufa giriş öyküsünü dile getirmiştir.  
Manevi hayatın özlemi, bir şeylerden vazgeçmeden, bir şeyleri kenara atmadan yaşama düşüncesi, ardı arkası kesilmeyen sorunlarla baş etmek, sıkılmak, bunalmak, mutlu olamamak… Çektiği acılar hayatını tekrar gözden geçirmesini sağlamış. Bu sayede yaratıcıya doğru yönelişi başlamış. New York’ta bir Rufai dergâhına intisap etmiş, şeyhinin himmetiyle aydınlık denizlerde yol almaya başlamış. Hakikati bilmek için, hakikat adına, aşk adına düşmüş yollara. Varlığa gelen her Âdem’in varlığa getirene ihtiyacı olduğunu anlamış ve kadim bir insanın (şeyhin) kılavuzluğunda yola koyulmayı öğrenmiş, aradığına erişebilmek için dizlerinin dibine çökmüş. Şeyhten aldığı derslerle hayatındaki dönüşümü dile getirmiş.

Su Üstüne Yazı Yazmak’ın ilk satırları şöyle başlar ;

“Hamd, her şeyin evveli ve her şeyin ahiri, âlemlerin Rabbi’ne; hakkı arayanların dostu ve kalplerin keşşafı Allah’a mahsustur. Hamd, bana dost olup, beni bu dünyadan; gaflete boğucu çılgınlıkların, tek teknolojik debdebenin hükmettiği bu uzay çağı dünyasından sıyırıp alan Allah’a mahsustur…”

Daha ilk cümlelerde yazılanlar gönlünüze, ruhunuza şifa olacaktır. Bu kitap, kurtuluşun adım adım hikâyesi, materyalist düşüncenin insanı sardığı bu çağda bize uzanan yolların göstergesidir. Verilen görevler, şeyhinden ayrı geçirilen günler, karşılaşılan kişilerin tesadüfen orada olmadıkları ve tesadüf denilen şeyin tevafuk olduğu satırlara birer birer işlenmiş. Eski bir plak iğnesini ararken kaybettiği inancı, lavabonun tıkanmasının biriken günahlara karşı uyarısı, sadece perşembe günleri Şeyhi’ni arayabilmesi ve ulaşamadığında ona duyduğu özlem. Aslında hepsi görmeyi, bakmayı, anlamayı bilene uyarıdır. Hayattaki tereddüt, samimiyet, teslimiyet tasavvuf yolunda olan için ruhun ve kalbin olağanüstü serüvenine dâhil olur.

Tasavvuf âleminin karanlığa karıştığı, evliyaların, tarikatların masallardan ibaret sayıldığı bir çağda gelenek, ezelden ebede değişmez cevheriyle bizimledir. Masallaşan Mevlana, İbn Arabî, Beyazıd-ı Bistami, Geylani ve daha bir sürü Allah dostu, türbelerini ziyaret edilişinde iki gözyaşı bir Fatiha onların dertlerini anlamak için yetmez. Allah yolunda attıkları adımların zorluğuna rağmen sabrederek onlarla bir olmak gönüllerindeki huzurun sesini duyabilmektir. Aşk ile bir’likte hiç olarak, kalplerini Allah teslim etmiş bu gönüldaşlar, davadaşlar bizlere apaydınlık bir dünyaya ve ahirete ulaşmanın yollarını sunarlar. Bu romanla tasavvuf menkıbelerinde rastlanabilecek bir macerayı birinci elden duymak keyif verici olacaktır. Bölümler arasında ilerledikçe, okur da günlük hayatın içinde insana yapılan ilahi çağrıya tanık olmaktadır. Sufiler Allah’ın merhametinden daha fazla pay isteyen Müslümanlardır, Müslümanları da Allah’a tam teslimiyet içindeki kişiler diyebiliriz. Ve bu roman ne vakit yürümeli, ne vakit beslenmeli, nasıl dinlenmeli, nasıl hizmet edilmeli, çöl fırtınasının içerisinden, puslu bir pencereden Cenab-ı Aşk’a nasıl yaklaşılır bunlar öğrenilmeli… Sayfaların altı çizile çizile, kalplere nakşedile nakşedile mutlaka okunmalı…



Tadımlık:  … Hikâye, çok zengin ve mağrur bir kralın hikâyesiydi. Bir gün sokakları son derece güzel atının üzerinde, hiç aldırışsız, arşınlarken, karlın atının önüne başında kavuğu ile bir derviş çıkar. Kral hiddetle kılıcını çeker, yoluna çıkmaya kimin cesaret edebildiğine şaşırmıştır. “sen kim oluyorsun da beni yolumu kesiyorsun?” diye bağırır. Derviş yavaşça başını kaldırır ve kral, böylece kılıcı hala elinde, ölümün yüzün görür. Aslında yolunu kesen kişi derviş değil, karlın ruhunu almaya gelen ölüm meleği Azrail imiş. Gelenin kim olduğunu anlayan kral, “N’olur birkaç dakika olsun zaman ver de, bazı işlerimi tamamlayayım” diye yalvarır. Melek tek bir kelime konuşmadan kralın yüzüne bakar ve başını hayır manasında yavaşça kaldırır. Artık kral için vade dolmuştur. Krala yeryüzünde bir başka nefes daha verilmez. Birçoğumuz bu kral gibi yaşıyoruz. Kendimizi iktidar sahibi belleyip, asıl Sultanımızı unutuyoruz…

(Âlâ Dergisinden yayımlanmıştır.)

POSTA KODU;AŞK - MEHMET ŞAMİL





Bir AŞK senfonisi…

Bazen kâğıt ve kalemle tılsımlar bırakmış dizelerde bazen de rüzgarla savrulmuş düşünceler dizisinde aşk, gizli hazinelerle doludur, sırlarla kaplıdır. Sessizlikle mühürlendiğinde büyüleri bozulur.
Kırk ay, kırk alev, kırk mektupla aşkın cevheri benliğe işlenmiş Mehmet Şamil’in “Posta Kodu;Aşk” kitabında. Nice aşk mektupları çölleri, denizleri, dağları aşıp uzak diyarlardan sevgilisine kavuşmak için günler, aylar beklemiş, nice aşk mektupları da özenle yazılmış inci gibi, pullanmış lakin saklamış maşukun cümlelerini. Fısıltıyla düşünülüp haykırılamayan duygular, elmaslar, yakutlar kadar değerli sözler, reyhan kokusunda sarhoş edici gizemler, zindanlara terk edilen maşuklar, ebediyen yaratılan dipsiz kuyuda kalmayacak, nidalar yükseldiğinde sarıp sarmalayacak ve sen düşünce yollara damlayacak aşk nağmeleri birer birer…
Kalemiyle fetihlere çıkarak, kelime üstü feyizle tütmeye başlayan mısralar zinciri, bir sanat anlayışından tüten şiirler, bir yanda bu sanat anlayışının tüttürdüğü şiir mefkûresi… Bir yanda yemişin içindeki lezzet, bir yanda yemişin dışındaki lezzet reçetesi… Aşk’ın içindeki asli cevheri mektuplarına nakşeden Mehmet Şamil’den dökülen AŞK şöyle aralanıyor;

Heybemde bir öpücük tarlası saklıyorum
kendimi arıyorum senin için/de
gülünü derece şair bulundu
sevinsin
başımda deli rüzgar
Şiiri Aşkına Mırıldanan İçimdeki Lahitler

Mehmet Şamil’in gönderilmeyi bekleyen mektuplarını diğer Aşk kitaplarından ayıran kırk mektubun içerisinde oynanan saklambaç. Bu öyle bir saklambaç ki bir müzikal eşliğinde, her mektupta ayrı bir ahenk bırakılmış satırlara… Bulunsun diye gizli hazine ıslık çalıyor adeta her mektupta… Büyülenmiş satırlar birleştirildiğinde şöyle kesitlerle karşılaşmak mümkün;


Nerelerdeydin, kelebeğin dokunduğu el
Sen bir yıldız yangınısın, ertelenen vuslat günü, intihar kaçkını
Anahtar bir cümleydi; Körebe
Çöllerinde bir serap, kalbimin duası
Sabır yakasındaki aşk
Duasında kendini unutan adam
Kırık bir testinin sayfalarında yağmurun toprak kokusu…
Anahtarı sendedir kapılarımın…

Gecenin zifiri karanlığında aydınlatan bir gönül yangını, dağların eteğinde titreyen bir ışık süzmesi, bahar dalı, fersahlar yaklaştırsa da beni sana cesaret edemiyorum sana kapılarımı açmaya hissiyle donatmış eserini Mehmet Şamil. Bu kapağın içerisindeki anahtarı bulmak ise siz değerli okuyuculara kalmış… O gizemli cümleleri birleştirin bakalım kırk birinci mektupta size uzanan AŞK uyanacak mı? Ve sonunda başlayacak sizinde kaleminizden şiirler dökülmeye bizimde olduğu gibi…
 Bir teneffüs aralığı kadar hasret kaldım gözlerine
 Irak düştüm sana gelen yollarda
 Her gidişin vardığı yollar getirecek beni sana
 Biliyorum bunu
 Lakin
 Cesaret edemiyorum kendi kapımı açmaya...