Hayal âleminin
sınırlarını zorlayan, duygularını farklı boyutlarda sunan, yaşamayı yazmakla
özdeşleştiren, cansız varlıklara bile ruh veren, huzuru şiirin derinliklerinde
bulan, lezzeti dil ve damağında şiirle hisseden, düşüncelerinin enginliğinde
eşine az rastlanan bir şair Necip Fazıl Kısakürek.
26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’ta, Sultanahmet’e doğru inen
sokaklardan birinde, kocaman bir konakta dünyaya geldi. Doğduğunda doktorlar
“yaşamaz” deseler de O kelimeleri, eşyayı, zamanı, mekânı ve oluşu bilinen
yüzleri ile onların ötesinde, özünde ve üstündeki sırrı hakikatte yaşayacaktı.
Kelimelerle dans etmeye ne zaman başladığını “Çile” isimli
şiir kitabının takdim bölümünde şöyle anlatıyor Necip Fazıl Kısakürek:
Şairliğim on iki
yaşımda başladı.
Bahanesi tuhaftır:
Annem hastanedeydi.
Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir
defter… Bitişikte yatan veremli genç
kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini
tarayıp:
-
Senin
dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin dileği bana,
içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü.
Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan
kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
-
Şair
olacağım!
Ve
oldum.
Sezerek yapma(k) ve düşünerek bulma(k) ve belli bir sanat
anlayışından tüten şiirler, bir yanda bu sanat anlayışının tüttürdüğü şiir mefkûresi…
Bir yanda yemişin içindeki lezzet, bir yanda yemişin dışındaki lezzet reçetesi…
Kömürün içindeki asli cevheri şiirleriyle kaleme alan Necip Fazıl şiire olan
bağlılığını şöyle dile getiriyor.
“ Biz şiiri iman için bilmişiz; ve bu mihrak bilgiyi, her bilginin geçtiği
binbir yol ağzı biliyoruz.”
Ve O’na göre şair demek;
“Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber: Kâinat Efendisi
Allah’ın Sevgilisi’ni sezmeye doğru hususi ve ileri bir istidat.”
1928 yılında “Kaldırımlar”ın yayınlanmasıyla şöhretin
zirvesine çıktı.1934 yılında yolu, mürşidi Abdulhakim Arvasi Hazretleriyle
birleşti. Arvasi Hazretlerini buluncaya kadar geçen hayatını şöyle dile
getirmiş “İnandığım dünya bir anda elimden çıkıveriyor ve ben başka bir dünyaya
uyanıyorum.” Hayatında o ana kadar oyuncaktan pantolona, ayva tüyünden kır saça kadar anne,
baba, dadı, ne aldıysa, ne öğrendiyse hepsini geri vermiş ve ruhuna işledikleri
de bir sarsılışta yıkılmış.
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”
Arvasi Hazretleri ruhunun büyük zelzelesi, bir yıkıntı âleminin
içerisinde Allah’a açılan kapıyı meydana çıkaran zat. Eşya ve hadiselerin aslı,
özü, cevheri, maddenin mahpus olduğu sandık, her şeyi kaybetmiş ama sonunda
Allah’ı kazanmış Necip Fazıl Kısakürek…
“O ve Ben” kitabında Arvasi Hazretlerini şöyle
tanımlıyor.
“İnsanoğluna, kendi öz eserinin tahakkümüne başladığı, madde keşiflerinin insanları burunlarından halkaladığı ve bütün ruh müeyyidelerinin bangır bangır iflasa sürüklediği manevi panik devrinde kutup; böyle bir devirde her ölçüyü müdafaa ve muhafazaya memur kutup ne demekse, Es’ Seyyid Abdülhakim Arvasi, o… 14’üncü Hicri Asrın yenileyicisi…
“İnsanoğluna, kendi öz eserinin tahakkümüne başladığı, madde keşiflerinin insanları burunlarından halkaladığı ve bütün ruh müeyyidelerinin bangır bangır iflasa sürüklediği manevi panik devrinde kutup; böyle bir devirde her ölçüyü müdafaa ve muhafazaya memur kutup ne demekse, Es’ Seyyid Abdülhakim Arvasi, o… 14’üncü Hicri Asrın yenileyicisi…
İçinde, etinde, kemiğinde beyninde ve iliğinde fokur fokur
kaynadığını, kaynatıldığını, tohumun merkezindeki görünmez noktanın kıvranışını
görebilen gözlerin mazhariyetine kavuşuyor Necip Fazıl. Bu vakitten sonra Allah
yolunda parça parça olduğunu, suyun içinde ateşle kavrulduğunu, âşıkla maşuk
misali bir muhabbetin içerisine girdiğini mısralarında hissediyoruz.
Sırtımda, taşınmaz yükü göklerin;
Herkes koşar, zıplar; ben yürüyemem!
İsterseniz hayat aşını verin;
Sayılı nimetler bal olsa yemem!
Herkes koşar, zıplar; ben yürüyemem!
İsterseniz hayat aşını verin;
Sayılı nimetler bal olsa yemem!
Ey akıl, nasıl da delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka hiçbir şey demem!
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka hiçbir şey demem!
Hadiselerin sebep ve neticelerine kadar bütün yeryüzü
tecellilerini, gururu, nefsi, eşya ve hadiselerin peçelerini kaldırıp iç
yüzüyle bir araya gelmek için demir parmaklıklı kafeslere kapatmış dünyayı. Fertler
arası bütün münasebet ve intikal vasıtalarını kaybetmenin, dipsiz bir kuyu
içinde tek başına kalmanın ve ilahi azameti birdenbire şahdamarında hissetmenin
ve her yerde, her şeyin içinde, herkesin ortasında garip olma halini, her şeye
ve herkese uzaklığın da aks-ı davasını mısralarında dile getirmiş.
Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık;
Anla ki, yok, Allah’tan başkasıyla yakınlık…
Anla ki, yok, Allah’tan başkasıyla yakınlık…
Kalemiyle fetihlere çıkarak, kelime üstü feyizle tütmeye
başlayan mısralar zinciri. Okyanuslar gibi dalgalanan düşüncelerde özenle
seçilen inciler dizisi. Çileler ve kahırlar caddesinde itişe kakışa yol
açılarak, kâinatın binbir çeşit dekorlarının keşfi sonunda Rab’i bilmenin tadı
şiirlerinin yansıması.
Atomlarda cümbüş, donanmada, şenlik
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içeiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
Atomlarda cümbüş, donanmada, şenlik
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içeiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta,
Ver cüceye, onun olsun şairlik
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta
Artık barınamam gölge varlıkta,
Ver cüceye, onun olsun şairlik
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak,
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuzluğa varmak…
Edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlarken kendine de aşırı bir güven duymuştur. Kendine duyduğu aşırı güven sayesinde atak üslubu, cesaretiyle birleşince ortaya ince nükteler çıkar:
Heybem hayat dolu, deste ve yumak,
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuzluğa varmak…
Edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlarken kendine de aşırı bir güven duymuştur. Kendine duyduğu aşırı güven sayesinde atak üslubu, cesaretiyle birleşince ortaya ince nükteler çıkar:
Dostlarından biri, bir gün Necip Fazıl’a dünyanın bütün dillerinde
aynı oranda önemli kelimeler olup olmadığını sorar. Necip Fazıl gayet ciddi bir
yüz ifadesiyle dostuna döner ve cevap verir:
-Evet, var: Necip Fazıl.
-Evet, var: Necip Fazıl.
Kendi deyişiyle “anlaşılmadan benimsenmek”le “tanınmadan
dışlanmak” arasına sıkışan bir yalnızlık kesitindeki yaşamı, onun için daima
sırlarla doludur. Kimisi için Necip Fazıl, geleneksel Türk şiirinin söyleyiş imkânlarını
modern şiirin biçimleriyle tekrar çoğaltmasını bilmiş, duru Türkçenin
temsilcisiyken, bazısı için O, birey olma kaygısını tasavvufi arayışının
potasında eritebilmeyi başarmış bir zekâdır. Fakat hangi yönden yaklaşılırsa
yaklaşılsın Necip Fazıl, Türk edebiyatının nadide isimlerindendir.
Dili bedene elbise gibi giydirir ve konuşurken, yazarken manalar
adeta çığlıklar atar. Beyazla siyah arasında her renge giren ve aslı siyah
zifiri karanlık olan nefsi yenip ruhunu mahpus olduğu dört köşe kabın
içerisinden kurtarır ve mutlak hakikatin kudsi nuruna doğru kanatlanır Necip
Fazıl.
Namaz yeni yağmış kar tabakasından daha lekesiz bir zemin
üzerinde, manolya ağacının en yüksek noktasındaki çiçeklerden daha pak
uzuvlarla edilen ibadettir Necip Fazıl’ın mısralarında. Kulun Allah’ta yok
olduğunun ilanı ancak secdeyle hakikat bulur. Sevgiliyle buluşma heyecanını doruklarında
yaşayan Necip Fazıl şöyle niyaz eder:
Eklense de başıma dünyada kaç baş varsa,
Başım, onların hepsi için secdeye varsa…
Başım, onların hepsi için secdeye varsa…
İçimizi doyuran ve kandıran, önce his sonra fikrettiğimiz hakikat
ve bu âlemde hiçbir şeyin izahını yapamazken hatta izah etmek için
kullandığımız kelimeleri başka kelimelerle izah etmeye muhtaçken izah
edilemeyenlerin en büyüğü, kâinatın tek ve mutlak izahı Allah’la kavuşmayı
Necip Fazıl inci gibi şöyle seriyor önümüze;
Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!
İnsan ölüm kurşununu bir an içinde yer, fakat ölümü hep devam
eder. Son’a adım adım yaklaşmak ve o sonda Allah’ta yok olmak, her şeyi arkada
bırakmak eşi, dostu, malı, mülkü ve hiçbir şeyin farkında olmamak, kendinden
geçerek ruhla selamete erme(k) ölmek. Büyük randevu nerede ve saat kaçta hangi
tabutun içinde bilinmez. Dünya sesi, kokusu rengi bitecek ve son kez yanacak
sokak lambaları, son kez esecek rüzgâr senin için korku ve endişe içerisinde.
Fakat Necip fazıl bu dünya karanlığının güzelliğini dizesine şöyle yansıtmış;
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..
Ölmeden önce ölümü iliklerinde hisseden Necip Fazıl renk renk,
şekil şekil, fısıltı fısıltı hatıralara bağlanmadan ölümü bayram sevinci olarak
nitelendirirken sözlerine nüksetmiş Azrail ile karşılaşması;
Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küsüm;
Gözümde son marifet, Azrail’e tebessüm…
Gözümde son marifet, Azrail’e tebessüm…
O demde ki, perdeler kalkar; perdeler iner,
Azrail’e “hoş geldin!” diyebilmekte hüner…
Azrail’e “hoş geldin!” diyebilmekte hüner…
Dünyanın vızıltılı atmosferinde ebedi huzurun ahengi ölümü daha
eşsiz kılacaktır. Varoluşun mutlak gayesindeki sırra vakıf olabilmek için Necip
Fazıl kendinden geçerek mısralarında sonsuzluğu ister. Naçizane bir kemale
eriş, dipsiz kuyunun karanlığında suyun berraklığını görebilmek, Allah ile mülahazanın
doyumsuz lezzetine varmak ve Allah’la bir olmak için kalemi yazar gönüle.
Dünya’ya zerre kadar damlayan mey’le sarhoşluğun zirvesine Allah
ile hemhal olan, peygamber ile muhabbet dolan Necip Fazıl “Çile”nin takdim
bölümünde şiirle aşkını, Allah’la bağını şöyle dile getiriyor:
Birçoklarınca O’na bağlanmadan Allah’a bağlanmak mümkün… Fakat
bizce Allah’a bağlanmanın yolu, Allah’ın iradesiyle yalnız O’na bağlanmak
olduğuna göre, şiirin tahsisi gibi muhteşem bir davada O’nu, kendi yüzü suyu
hürmetine yaratılmış olan Kâinatın ta merkezinde görmemek ne mümkün?.. Üstün
idrak müessesi şiir, ilk borç olarak, elinde Kâinat sırlarının anahtarı, O’nun
hilkat sırrının ve Kâinatın Efendiliği makamının eşiğinde dize gelecektir. Şiir
bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borcuyla
insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden birisi… Ben, bu rütbelerin en yükseği
içinde, O’nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin
süpürücüsüyüm!
Dördüncü boyuta şiir yazan adam Necip Fazıl Kısakürek mutlak
hakikate ulaşmanın başlangıcına doğru yolculuğa çıktı. 25 Mayıs 1983’te
ebediyet yolunun sonsuz caddelerini ışıldatan projektörler altında kurtuluş
beldesine vardı. Yatağında doğrulup bal rengi gözlerini pencereden dışarıya,
derin karanlığa dikmesi ve pembeden daha kırmızı dudaklarının hafifçe
kıpırdayıp “demek böyle ölünürmüş” cümlesi ile son buldu hayatı. Doğduğu gün
olan 26 Mayıs Perşembe günü ebedi karanlığın mahzenine indirdiler
büyükbabasının “akl-ı evvel” torunu Necip Fazıl’ı. Ama bu onun için bir son değil,
aksine şiirlerinde yıllarca aradığı hakikatin merkezindeki saraya girişti.
Necip Fazıl, geride bıraktığı dev külliyatıyla, ömrünü verdiği fikir
mücadelesiyle, siyasi ve tarihi incelemeleriyle, aksiyonuyla, şiir anlayışıyla
Türk fikir ve edebiyat dünyasının gündeminde ve gönlünde her zaman ön safta yer
alacak, ezeli edebiyat bestesinde ebedi bir ses olarak kalacaktır. Necip
Fazıl’ı misafir eden Eyüp mezarlığında mısraları bir bir fısıldayacak size
taşlar ve ağaçlar.
Birbiri ardınca billur gibi dökülen mısralar mı kaldı senden
geriye,
Cevherine kavuşmak için hasret ve çile mi kaldı gönüllerde,
Ey Şair! Ey cevherin aslıyla uğraşan kemal!
Nice Necip’ler doğdu seninle, dizelerinle…
Cevherine kavuşmak için hasret ve çile mi kaldı gönüllerde,
Ey Şair! Ey cevherin aslıyla uğraşan kemal!
Nice Necip’ler doğdu seninle, dizelerinle…