10 Eylül 2015 Perşembe

AŞILMIŞ DUVARLAR - ÜNSAL ÜNLÜ


Modernle gelen insanın içerisinde bunalanlar, uzak ve bilinmez coğrafyaların hayal mütercimleri, katılaşan kalpte sabahların kadrini bilmeyenler, zihinlerde büyüyen kar, imlalarda boğulmaya yüz tutan dengeler deneme, öykü, roman harici hem sitemkar hem alaycı hem de kırılgan bir şekilde kendilerini nerede barındırabilir… Şiir dediğinizi duyar gibiyim…

Okur Kitaplığı bünyesinde çıkan Aşılmış Duvarlar, hayatı simgeleyen Tünel şiiri ile karşılar ve karanlıkta görülen bir ışık timsali birbirine bağlantılı şiir mefkuresi ile sizleri ağırlamaya devam eder; Rüzgarla Gelen, Onmaz Meseller Firarisi, Büyü Bozuldu, Saklambaç, Zaman Aşırı, Onlarsız Düşlüyoruz Dünyayı… Bu süreçte sözcüklerin gizemi aralandıkça yeni satırla yelken açacak ve özgürlüğün tadını almaya başlayacaksınız. Kimi zamanda bir şiirin yükünü sırtlanmış kaderiyle kederleneceksiniz.
Ünsal Ünlü’nün dış alemi içselleştirerek oluşturduğu zihinsel tasarımı, imgeler dışında kendi anlayış tarzını yansıtması, yaşadığı olumsuzluklara rağmen kendi sesini şiirle satırlara nakşetmesi farkını ortaya koymaktadır. Bunların yanı sıra dünyasında kendini yabancı hisseden varlığı ne var ol(a)mayacak olan geçmişle ne de henüz zamanı gelmemiş gelecek ile temellendiren günümüz insanının yine dünyaya ve an’a sarılmasını ustalıkla şiirlerine işlemiştir. Ayrıca yazarımız şiirlerinde insani bir duruşu resmeder. Gerçeklere ne kadar göz yumduğumuzun ve bu göz yummanın kapatamadıklarına çözüm arayanların olmadığını ve nasıl çaresiz kaldığımızı dizelerine yansıtır. Bu nedenle yazarımızın şiirleri zamanın hikayesine bir sesleniştir.
An Farkıyla
Hayatta An Fakıyla kaçırdıklarımıza da son şiiriyle değinen Ünlü’den sızlanmaların, vazgeçilmezliğin sırrını öğreneceğiz. Ne de olsa an, geçmişin birikimi yarının yatırımıdır. Geçmiş ve gelecek arasında bir zihin harmanlayıcısıdır. Ölüm, korku, ihanet, mutluluk, ürperti, heyecan, ayrılık: bu duygularla donanan yaşama karşılık (zam)an algımızdaki parçalanmışlığı yine yaşamımızdaki parçalanmışlıkla (an) gidermeye çalışıyoruz. Ünlü, günümüzde dile pelesenk olmuş an kavramının içerisini doldurarak an’ı yaşamanın bedelinin aslında ne olduğunu insanın kalbinde okunacak benlere yorar ve son satırlarıyla kitabını şu şekilde bitirir;


Hadi uyan artık
An’ın farkında olmasan da olur
Kokuyor toprak
Tutup seni yağmurlara
Seni yıkanmış rüzgarlara
Uyusundan henüz uyanmış kadınlara
İsmini hep susacaklara anlatacağım

An farkıyla dünyayı gezdiriyorum başımda

Aşklar sayısız çırpınışlarla biter
Sonra kalem bir kere yazar
Ve susar an farkıyla 

9 Eylül 2015 Çarşamba

LÜTFİ PARLAK - DELİ DUMRUL



(09/09/2015'te Yeni Şafak Kitap Ekinde yayınlanmıştır.) 

Tarihin farklı döneminde yaşanmış olayları, kahramanları ve onları kuşatan maceraları bizlere kendi üslubuyla aktaran Lütfi Parlak’ın tarihi romanları “Behramoğlu Balak”, “Yemen”, “Genç Osman” ve “Sudan Gelen” e bir yenisi daha eklendi. Bu sefer Lütfi Parlak çizgi filmleriyle büyüdüğümüz, farklı farklı kitaplarda defalarca okuduğumuz bazı geceler masal olarak dinlediğimiz Dede Korkut hikâyelerinden “Deli Dumrul” ile karşımıza çıkıyor.

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin bilinen en eski hikâyeleridir. On iki destansı hikâyeden oluşan Dede Korkut, tarih boyunca dilden dile aktarılan sözlü geleneğin bir parçasıdır. Deli Dumrul ise Dede Korkut hikâyelerinden beşincisini oluşturmaktadır. Elbette bu hikâyeyi biliyoruz diyerek anlatmaya başlayacaksınız.

“Duha Koca oğlu Deli Dumrul adında bir er varmış. Kuru çayın üzerine köprü yaptırmış. Her geçenden otuz akçe geçmeyenden kırk akçe alırmış. Bir gün bu köprünün orada bir yiğit ölmüş ve etrafındakilerin feryatları üzerine Deli Dumrul orada bitivermiş. Yiğidin ölmesi yüzünden Azrail’e kızmış ve meydan okumuş…”

Hikâye böyle devam eder, eder de Lütfi Parlak’ın bu eserinde karakterleri canlandırmadaki titizliği, zaman ve mekan konusundaki doğruya yakın anlatımı ve olayları detaylandırmadaki titizliği okuyucuyu daha çok kitabın içerisine çeker. Duha Koca’nın duası, Deli Dumrul’un beşik kertmesini bulmak için elinden geleni ardına koymaması, kayınbiraderi ile dövüşmek zorunda kalması… Tüm bu detaylar Parlak’ın ustalığını konuşturuyor. Olayların geçtiği zaman, coğrafi özellikler, soysa-kültürel yapı, topluma hakim olan inanç sistemi gibi tarihsel zenginliklerin derin bir araştırma sonucunda farklı bir perspektiften nakledilmesi eserin içeriğini zenginleştiriyor. Ayrıca, tarihi hikayenin üzerinde çok fazla değişiklik yapılmadan bizlere sunulmuş olması elimizdeki metinlerin değerini bir kat daha arttırıyor. Ne de olsa başarılı bir tarihi roman, gerçeği buğulandırmadan yansıtandır.

Dede Korkut hikâyeleri ne kadar dağdan usul usul akan ırmak gibi gözükse de ırmağın görünmeyeninde, ortaya çıkmayı bekleyen bir derya yatıyor. Toplumsal açıdan önemli unsurların taşıyıcısı olan Dede Korkut metinleri, yazar tarafından etkileyici bir anlatımla romanın içerisinde tekrar yer buluyor. Ayrıca, bu destansı hikaye, unutulmaya yüz tutmuş kimi atasözlerinin (“Ecel vakti ermeyince can çıkmaz”, “derdi çeken bilir ağuyu içen bilir”, “kar ne kadar çok yağarsa yaza kalmaz”, “gözün kimi tutarsa gönlün kimi severse”, “canı yerine can olsun onun canı can olsun” gibi…) hafızalarımızda tekrar yer etmesine imkan buluyor.

Öyle sanıyorum ki tarihi dönemler içinde toplumsal yapıyı oluşturan aile, ahlaki değerler, kültürel yaşam ve bireylere yüklenen rollere dair sunulan motiflerle Deli Dumrul, keyifle okuyacağınız bir roman olacak.

Keyifli Okumalar.



6 Eylül 2015 Pazar

DÜCANE CÜNDİOĞLU - CENAB-I AŞK



Yazar Hakkında: 21 Ocak 1962’de İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. 2 Nisan 1980’de başladığı yazı hayatına çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yayımlamak suretiyle devam etti. 1981’de Kur’an ilimlerini temel uğraşı olarak seçti. Yorumbilim’in (İlm-i Tefsir) yanı sıra uzun yıllar Tarih, Dilbilim (İlm-i Belagat), Düşüncebilim (İlm-i Mantık) ve Felsefe dersleri verdi. Cündioğlu geleneksel ilimlere hayatiyet kazandırmak gayesiyle klasik mantık, psikoloji, kelam ve felsefe metinlerinin neşir ve hazırlıklarıyla meşgul olmaktadır. Birkaç eseri; “Düşünce Düşlenir”, “Âkif’e Dair”, “Bir Mabed Bekçisi”, “Bir Mabed İşçisi”, “Daire’ye Dair”, “Ölümün Dört Rengi”, “Göz İzi”, “Hakikat ve Hurafe”


Varlığa Gelen Her Âdem’in Varlığa Getirene İhtiyacı Vardır…
Dücane Cündioğlu  varlığımızı sürdürebilmek için O'na muhtaç olduğumuzu bir kez daha hatırlatma amaçlı "O" varlığı  Cenab-ı Aşk kitabında ele almaktadır. Her şeyin yaratıcısı Allah ile hemhal olabilmenin tadını satırlarında anlatır. O’nunla olmayı marifet bilmek, aşk için ve dahi aşk adına bela yağmurlarına başı tutmak, seve isteye ateş denizlerine, azgın ateş dalgalarında kavrularak varlığa adım atılmalı Aşk’la bir olarak Hiç’te buluşmalı. Dücane Cündioğlu İlahi Aşk’a ulaşabilmek için, madde âleminin perdelerini örtüp mana âleminin perdelerini aralamalı ve perdesinden bütün perdelerin yırtılacağı o muhteşem vuslat anına kavuşmanın tadındaki beklentiyi dile getirmiştir. Kitap o kadar samimi dil ile yazılmış ki bunu bir masal ile özetlemek mümkün;
"Bir varmış başka da bir şey yokmuş. Çöle kıyısı olan kentlerin birinde tasvirini yapmakta zorlandığımız, kavramlara şey diyerek basitleştirdiğimiz zamanın birinde an diyemem çünkü an bir değil sonsuza parçalanan deryadır. Gözleri derin bakan bilgiyi asıl gerçekte sanan güzel bir prenses varmış. Dünya gözü görene güzel ararda dururmuş aslın bilgisini yine bir gün zümrüt saraydan çıkmış. Tabiattan medet umarken bir dervişle karşılaşmış. Derviş kurda kuşa pay eder azığını ağaca söz edermiş. Prenses bu hali görünce düşünmüş bir daha aklın ne kadar gerek duyulan bir şey olduğuna, mecnun gibi dolaşan derviş durmuş ve gözlerini dikmiş güzele, zanneyleme benim halim dünya halidir benim sözüm dünya kelamı ben sarhoşum lakin benim şarabım dökülmez dünyaya. Bu sarhoşluk birliktir, evveli yok hiçliktir. Zinhar akıl ermez buna yol gitmez buna. Prenses duyunca bunları sözler sanki kalbine akar olmuş bir derviş nasıl da allak bullak etmiştir o çok güvendiği Karun zihnini. Derviş dönmüş sırtını ve gitmiş gelmekte olmadığı gitmesi gerekmeyen fakat görülmesi gereken mekânına. Prenses artık düşmüştür dervişin uçsuz gözlerine. Ardın sıra gider lakin derviş sudur, elle tutulmaz akıl almaz halleri. Çünkü hali kendisine haldir başkasına delilik. Prenses dur der; 
-Nasıl olur bu hal?
 -Hiçlikle olur.
 -Peki, nasıl hiç olunur?
-Birlikle hiç olunur.
-Peki, nasıl bir olunur?
-Aşkla olunur.
-Peki, nasıl aşk olunur?
-Sarhoşlukla olunur.
-Peki, nasıl sarhoş olunur?
-Sarhoş olmak mey ile olur lakin mey Sevgilinin (Allah’ın) meyi olmalıdır der. Prenses artık aklın kar etmediğini anlar ve düşer derviş ardına. İkisi birlikte düşer yola yolları birbirinden ayrı şarapları farklı aşkları farklı. Lakin Hiç’likleri bir…"
Cenab’a kapıları aralayarak ulaşmanın, kâinata verdiği ışığın peşine düşerek bulmanın, şırıl şırıl akan göz yaşında akmanın, pes etmeden sevgiyle hayata anlam katarak o kapıyı açan anahtarı bulmanın sırrını Cündioğlu'nun eserinde dile getirmektedir. Akıl ile de Cenab’a ulaşmanın imkansızlığına vurgu yapan Cündioğlu bunun ancak aşk ile olacağına değinmektedir. Mevla’nın ve şems aşkının akla sığmadığı gibi, uyurken uyanık kalmak gibi, yüksekteyken alçalmayı becerebilmek  ve ötelerde beynin kıvrımlarını kemiren düşüncenin peşine düşmek gibi…


Tadımlık;
“Olmak, ölmektir; ölmek özgürleşmektir!” Özgürleşebilmek için ölmemiz; mevt-i hakiki ile ölebilmemiz içinse olmamız gerek. Nasıl olabilir, nasıl ölebiliriz? Düşünmeli, ölmeden evvel ölmenin nasıl mümkün olabileceğini. “Ölmeden evvel ölünüz!” hitabının sırrını aralamaya/anlamaya çalışmalı. Başlar yücelere, ötelere çevrilmeli, ötelerin ötesi idrak etmek için çaba sarfetmeli, fakat yanılıp öteleri ötelerde/uzaklarda aramamalı. “Ben seni uzaklarda arıyorken, sen benim kendi evimde idin” deyu nedamet getirmemeli. 


5 Eylül 2015 Cumartesi

HİLMİ UÇAN - TEREDDÜT VE TEFEKKÜR "Edebiyat dünyasında din ve ahlak algısı"


Hilmi Uçan’ın İz Yayıncılıktan çıkmış olan Tereddüt ve Tefekkür isimli, edebiyat dünyasında din ve ahlak algısı notuyla yayınlanmış eseri okuyucu ile buluştu. Edebiyat üzerine akademik kariyer yapmış olan yazarın 2010 yılında yayınlanmış Batı Şiiri ve Tevfik Fikret eseri eleştirel bir çözümleme olarak beğeni sınırlarını aşmışken Tereddüt ve Tefekkür eseri ile eleştiri, fikir, edebiyat çözümlemelerini hassas bir sahaya taşıyor. Uçan bu eserinde batı etkisinden başlayıp Cumhuriyet döneminin yakın bir zamanına kadar edebiyatçıların din ve ahlak algısı üzerine adeta eski kilimlere sopa vurduğunu dile getiriyor. Buna ilaveten hem dimağların kiri havalanırken hem de değeri artan isimler üzerinden fikir süngeri de geçiyor. Okuyucu için ise edebiyat penceresinden din bahçesine dikkat çekiyor.
Uçan’ın akademik kariyerine Eğitim Fakültesinde öğretim üyesi olarak devam etmesinin izlerini bu eserde görmek mümkün. Bunun yanında eleştiri, çeviri, çözümleme ve kuram konusunda oldukça birikimli olmasının getirdiği sonuçlar yanında göstergebilim yazarı olarak ustalığı da dikkat çekiyor.
HIRİSTİYANCA BİR SORGULAMAYA KARŞI…
Bir araştırma yerine kişisel yargılarını da eklediği kitap batı medeniyetinin yükseliş öyküsünde yer alan din algısı ile başlıyor. Protestanlık ve Kalvinizmin insan doğasına yönelik değişimlere kapı aralaması, kapitalizme geçit törenlerini düzenlemesi tamamen kendine has, bütüncül bir bakış olarak okuyucuya sesleniyor.
Hepimiz dinde reform adına birşeyler söylemişizdir. Biz ‘yeni’ İslam adına gelişen fikirlerin kaynaklarında batının yeni din algısının etkilerini yaşarken, acaba daha iyi ve daha doğru bu mudur diye kafa yorarken Hilmi Uçan, harikulade örneklerle Hıristiyan dünyasının felsefesine nasıl düştüğümüzü, kanatları Hıristiyan, motoru kapitalist, tereddüt içinde kaptanlar ile bir uçuşta olduğumuz koca zamanları, ömürleri, bir çağı yazıyor. Uçan, Tereddüt ve Tefekkür ile yükseliş mi?, çöküş mü? Bu ikisi arasındaki bütüncül resimleri verip, sitem ile çözüm arasında sağlam köprüler kuruyor.
FARKEDİLEMEYEN FARKLAR…
İslam uygarlığı ve Batı uygarlığının doğa karşısında büyük farkı. Birinde uyum diğerinde egemen olma. Bu küçük farkın dev sonuçları… Hıristiyan uygarlığında uçuruma dönüşen bir tereddüt ile klasik metinlere dönüşün yeniden tanzimi. Protestanlığın Batıda iş hayatına nasıl hükmettiğini şaşırtıcı bağlantılarla anlatan yazar, yeni bir insan anlayışı olarak salt aşktan iş aşkına indirgenen bir değişimi anlatıyor. Kapitalizmin, Hümanizmin, Protestanlığın ise kol kola batı medeniyetini nasıl inşa ettiğini, engel olduğu düşünülen dinin nerdeyse kapitalizm diye ekonomik bir mezhebe dönüş hikâyesine tanık oluyorsunuz. Hatta rasyonel çalışma hayatının, iş ahlakının, disiplinin, hırsın, metodik çalışmanın bir ibadet olduğunu, bir Hıristiyan için tüm ibadetlerden öncelikli ve yegâne amacın para kazanmak olduğunu okuyunca şaşıracak kitabın başlığına geri dönüşler yapacaksınız;Edebiyat dünyasında din ve ahlak algısı…  Kitabın ilk sayfalarında böyle bir giriş ile batı dünyasının bir resmi çiziliyor. Buna bağlı olarak hedef vurucu kalemleriyle yazarlardan, fikir adamlarından ‘kapitalizm dine yeni bir yorum getirdi’ diyenler doğmuştur. Ancak biz neden aynı düşünceyi kopyaladık. İslam da böyle miydi? sorusu ile şok edici bir sonuca değiniyor.
FİKİR DÜNYAMIZA IŞIK TUTANLAR
Uçan eserinde, edebiyatçıların, kopyalama adı altında yeni Müslümanlık anlayışlarıyla gelişen akımlara itirazlarını ve tereddütlerini de işliyor. Dinde reform adı altında gelişen anlayışların nasıl deforme olacağına dair de notlar veriyor.
Uçan edebiyatçıların görüşlerine değinirken Necip Fazıl’ın akıl ve olguculuğun, Sezai Karakoç’un Müslüman dünyasına ışık tutan tefekkürlerinin, Rasim Özdenören’in tevbeye bakış açısının, ömrünü insanın içinde gül aramakla geçiren Nuri Pakdil’in ‘ıtır gibi kokardı Sevr mağarasında zikir’ başlığının üzerine harikulade tespitlerini konuşturuyor. Bu eser ile piyasa, siyaset, mülkiyet kirlenmesine karşı gül suyu dökmeye çalışanlar, çıkıp fikrin harbine tutuşanlar olacağı kanısındayım. Fakat devam eden büyük tereddütler ile bu tereddütlere cevap olarak sunulmuş, bazen de duvar olmuş fikirler edebiyat dünyasında yankı bulacak ve okuyucu yazarın bu eseri sorumluluk bilinciyle kaleme aldığını, yazının sancısını anlayacak buna mukabil sağlam bir teşekkür yazısı ile Uçan’a karşılık verecektir.
BİR KEZ DAHA OKUTAN BİR TEFEKKÜR…
Okuduğunuz sayfalara geri dönmek isteyebilirsiniz. Geri dönme isteğinizin sebebi eserin karmaşık olmasından değil, tefekkür gerektirdiğindendir. Öyle şüphelere düşersiniz ki iç dünyanızda defalarca kendi ateşini söndürmüş ömrünüz bir tefekkür cümlesi ile yerle bir olur. Hem bilgi hem kalp çalıştığında öyle kolayca geçilmez kelimeler. Uçan’ın örneklerinin her birinin delilini şüpheye yer vermeyecek şekilde kaynaklara atfetmesi eserini kuvvetlendiriyor. Bu sayede eser merakla ve zorlanmadan sahip olduğu derinlikle birlikte bizlere sunuluyor. Bu nedenle tavsiye edilen eserler arasında öncelik kazanacak ve hayatınıza tesir edecektir.

DURKHEİM - SOSYOLOJİK YÖNTEMİN KURALLARI


Toplumsal gerçeklik en eski çağlardan beri birçok düşünürün ilgisini çekmiştir. Ama bu gerçekliği bilim gözüyle inceleme düşüncesine Rönesans’tan sonra başlanmıştır. O zamandan beri gelişen bu düşünce Durkheim gibi sosyologların yardımıyla tam anlamıyla gerçekleştirmiştir. Durkheim'dan önce hiçbir sosyolog toplumsal olayların niteliklerini, sosyolojinin yöntemini onun kadar açık seçik olarak belirlememiştir. Durkheim sosyolojinin konu ve yöntemini 1895 yılında yayımladığı Sosyolojik Yöntemin Kuralları adlı yapıtıyla ortaya koymuştur. Bu yapıtında sosyolojinin yöntemini altı başlık altında incelemiştir.
I.             Toplumsal olay nedir?
II.           Toplumsal olayların gözlemiyle ilgili kurallar.
III.          Normal ve patolojiğin ayrılmasıyla ilgili kurallar.
IV.         Toplumsal tiplerin kurulmasıyla ilgili kurallar.
V.           Toplumsal olayların açıklanmasıyla ilgili kurallar.
VI.         Tanıtlarla ilgili kurallar.

I.             Toplumsal olay nedir?: Sosyolojinin konusunu toplumsal olaylar oluşturmaktadır. Toplumsal olayın ne olduğunu anlayabilmek için ise onu diğer olaylardan ayıran özelliklerinin üzerinde durulması gerekmektedir. İkili bir ayrıma gidecek olursak toplumsal olay bilinçlerin dışındadır ve kendilerinin bize zorla kabul ettirirler. Daha açık bir ifade ile toplumsal olay dışlık ve baskı ilkesi çerçevesindedir. Örneğin aile içerisindeki görevleri yaptığımızda kendimizin dışında gelişen ödevleri de yerine getirmiş oluruz. Bu ödevler duygulara yenik düşülse bile yine de nesneldirler. Çünkü bunlar içimizde doğmuş bilgiler değil eğitim yoluyla dışarıdan öğrendiğimiz bilgilerdir. Bu nedenle düşünme, davranma biçimleri bireylerin bilinçleri dışında bulunma ve kendilerini bireylere zorla kabul ettirme niteliklerini taşımaktadır. Bireylerin bilinçleri dışında oldukları için psikolojiye dahil edilemez. İşte psikoloji ve fizyoloji zümresine dahil edilemeyen olaylar zümresine Durkheim “toplumsal olay” adını verir.
II.           Toplumsal olayın gözlemiyle ilgili kurallar: Toplumsal olayın ne olup ne olması gerektiğine değindikten sonra bu toplumsal olayın nasıl ele alınması gerektiğinin üzerinde durulmaktadır. Günlük hayattaki olaylar veya bilime konu olan olaylar hakkında zihnimizde birtakım fikirler vardır. Tüm bunların hepsi birer nesne gibi ele alınmalıdır. Toplumsal olayların birer nesne gibi incelemek sadece zihinlere yerleştirilmesi yeterli değildir.
III.         Normal ve Patolojiğin ayrılmasıyla ilgili kurallar: İlk iki kural dahilinde toplumsal olguların patolojik mi yoksa normal olgular mı olduğunu inceleyeceğiz. Bundan önce normal ve patolojik olayın bir tanımını yapmak gereklidir. Bu nedenle bu tanımı yapmadan zihnimizden önsel fikirleri atmalı ve yerine dış niteliklere bağlı bir tanımı getirmeliyiz. Sosyal olgular iki türlü görünmektedir. Bir kısmı toplumdaki bireylerin hepsinde görünürken diğer bir kısmı sınırlı bir kısımda görünmektedir. Biz de genelde bulunan olgulara normal, sınırlı, istisna olanlara patolojik diyeceğiz.
IV.         Toplumsal tiplerin kurulmasıyla ilgili kurallar: Toplumsal türleri kurmak için ilk olarak toplumların doğru birer monografilerini yapmak gereklidir. Bunu yaptıktan sonra birbirleri ile karşılaştırarak benzer olanları belirli gruplara ayırmak gereklidir. Sosyoloji de toplumsal türlerin sınıflandırmasında toplum türlerini incelemeden ziyade sınırlı ama temel nitelikleri araştırılmalıdır.
V.           Toplumsal olguların açıklanmasıyla ilgili kurallar: İlk olarak toplumsal bir olayın belirleyici nedeni, bireysel bilinç hallerinde değil, kendinden önceki toplumsal olaylarda aranmalıdır. Bunun yanında önem taşıyan bir toplumsal sürecin ilk kökeni iç toplumsal çevrenin yapısında aranmalıdır. 
VI.         Tanıtlarla ilgili kurallar: Toplumsal bir olayın nedenini yine bir toplumsal olayda arayacağız. Bu iki toplumsal olayın ise arasında ilişki kurarken ya da dolaylı deneme ya da karşılaştırma yöntemini kullanmak zorunludur. Sosyoloji olgularında deneyleme yöntemini kullanmak olanaklı değildir. Öyleyse karşılaştırma yöntemine başvurmamız gereklidir. Karşılaştırma yönteminin ise dört kuralı bulunmaktadır. Bunlar; uygunluk, değişim, tortular yöntemi ve birlikte değişim. Biz sosyolojide karşılaştırma yönteminin birlikte değişim basamağını kullanmaktayız. Bunun nedeni ise; nedensel ilişkisini içeriden yakalar, karşılaştırılan olguların çok sayıda olması gerekir ve ne eksik ne de yüzeyden ilişkiler kurulmasına zorlar.


Sonuç olarak Durkheim’dan önce de birçok filozof bu fikirleri öne sürmüşlerdi ama bu kuralları bir türlü topluma uygulayamamışlardı. Sosyolojinin konusunu açıkça belirlemek, yöntemin kurallarını sistemli olarak ileri süren ve topluma uygulayan ilk Durkheim olmuştur.
Sosyolojiye ilginiz varsa mutlaka okumalısınız.