25 Ekim 2013 Cuma

GÖKKUŞAĞINDAN LEZZETLER - Clara Seren AMRAM


     Bu sefer bir farklılık yapacağız sizlerle ve günümüzün çoğunu geçirdiğimiz mutfak için bir yemek kitabı ele alacağız. Öyle diğer yemek kitaplarına benzemiyor, onu ayıran özelliği ise doğanın renkleriyle ele alınışı… Hangi renkte meyve veya sebzeden hoşlanıyorsanız o bölümü daha çok seveceğinizden eminim.
     Sağlıklı bir yaşam için alınması gereken önlemlerin pek çoğu günlük yaşamımızda uygulamamız gereken küçük ve kolay çabalardan oluşur. Nerede olursa olsun günlük yaşamı düzenleyen bazı temel kuralların bilinerek uygulanması, sağlığın korunmasını ve diğer bireylerle paylaştığımız yaşamı kolaylaştırır. Bu kurallardan en önemlisi ise sağlıklı beslenmedir. Bedensel ve zihinsel çalışmayı etkileyecektir. Günlerimizi daha verimli geçirebilmek için yemek yerken dikkat edeceğimiz bazı unsurlar olacak. Doğadaki her şeyin bir rengi, bir amacı ve bir adı vardır. Ve her gün yeni “çöp” yiyecekler piyasaya sürülüp büyük reklamlarla tanıtılıyor. Rengârenk göz alıcı ambalajlarla dikkatimizi çekmeye çalışıyorlar. Yapay gıdalar yerine taze meyveler, sebzeler, tahıllar, kuruyemişler, baharatlar tercih edilmelidir.  Türk insanı olarak zengin yemek kültürünün sahibi, çorbasıyla, salatasıyla, yemeğiyle göz kamaştıran sofraların çocuklarıyız biz.

     Clara Hanım kitabını farklı biçimde bölümlere ayırmış. Olağan bir yemek kitabı değil tamamen gökkuşağını hatırlatıyor insana, kitabın başlığı da böyle dikkat çekiyor. Doğada en çok gördüğümüz yeşil karşılıyor sizi brokoli, biberiye, çoğumuzun yerken hoşlanmadığı pırasa, kereviz yemeği yaparken çöpe attığımız kereviz sapları, evimizin balkonunu süsleyen ve hoş kokusuyla bizi mest eden fesleğen… Kahverengi, mavi, beyaz, sarı, kırmızı, mor ve rengârenk meyveler ve sebzeler…
    Deneyeceğiniz muhteşem tariflerle dolu bir kitap hatta meyve ve sebzelerin özelliklerini ve nelere iyi gelebileceğini de not düşmeyi unutmamış Clara Seren Amram. Her gün kendisine hatırlattığı renkli ipuçlarını da sizlerle paylaşmış. Bunlardan biri ise “Boş kalorilere dikkat edin. Örneğin; gazlı içeceklerin hiçbir besleyici değeri yoktur ve boş kalorilerle doludurlar. Su ve taze sıkılmış meyve ve sebze sularından şaşmayın” bu tavsiyesi üzerine renkli sular yapabileceğiniz pratik tarifleri eklemeyi de unutmamış.
     Eşinize, çocuklarınıza, annenize, babanıza, çok değerli arkadaşlarınıza, dostlarınıza muhteşem sofralar, gökkuşağı tadında lezzetli yemekler, salatalar, çorbalar, çikolatalar, kekler ve bunların yanına renkli sular misafirlerinizi ağırlamada fevkalade olacaktır. Sihirli parmaklarınızla bu kitaptaki tarifler buluşunca büyülü yemeklerinizle etrafa mutluluk yayacaksınız. 

23 Ekim 2013 Çarşamba

TÜRKİYE’DE İLK TARİKAT ZÜMRELEŞMELERİ – MEHMET RAMİ AYAS


Günlük hayatta çeşitli dini zümreleşmelerle karşı karşıya gelmekteyiz. Bu dini zümrelerin; mezhepler ve tarikatlerin zeminini teşkil eden olaylar ve bir toplum çevresi teşekkülü düşüncelerde yer tutarken bu ortaya çıkışı Türkiye’de İlk Tarikat ve Zümreleşmeleri tespit ederek bizlere sunmaktadır. Hayatî bir kuvvet olarak düşünülen dine; insanlık tarihinin en eski çağlarına inildiğinde bile rastlanmaktadır. Toplumun kültür ve faaliyetlerinin ana kaynağı olan din, ilk tecrübenin ki bunun için şuur, ruh ve belli bir kişi bulunmaktadır, yayılmış, insanlara geçmiş halidir. İlk halka yalnızca birbirine bağlı şahıslardan ibarettir. Bu ilk halkayı birleştiren husus ilk tecrübenin şahsi niteliklerine bağlıdır. Max Weber bu çeşit zümre kurucularına karizma terimini kullanırken bu karizma zümrelerin ilk adımını teşkil etmektedir. Zümreleşmenin gelişmesi, yayılması dini tecrübenin cemaate teşkil edici etkisini göstermektedir. Dinin dinamiği; kişisel tecrübe ile geleneksel ifade şekillerinin fertleri birleştirici etkisi cemaat teşkiline yol açmıştır. Bu cemaatleşme insanlar arası mesafeyi sıkı bir kaynaşma ve dayanışma haline dönüştürmüştür. Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri bize; İnsanlar arası ne gibi yakınlaşma ve uzaklaşma olayları görülüyor? , Rol oynayan etkenler nelerdir? , Bu Müslüman-Türk toplum muhiti nasıl teşekkül etmektedir? gibi soruların cevabına ışık tutmaktadır.
Türkiye’de din sosyolojisi alanında yapılan ilk doktora tezi olma özelliği taşıyan bu eser din sosyolojisi, din ve dini tecrübenin ifadelerine kısaca değindikten sonra, tarikat zümre ve zümreleşmelerinin toplumsal zemini olarak Anadolu’da Türk-İslam toplum çevresinin teşekkülünü, Anadolu’da görülen ilk tarikat zümreleşmelerini ele almıştır. Yesevilik, Vefaiyye, Rıfailik, Mevlevilik, Kalenderilik ve Kübreviyye tarikatlarının geçirdiği sosyal değişmeleri, yakınlaşmaları, uzaklaşmaları, alışılmadık olaylar karşısında değişen davranışlarını ve tezahürlerini de müşahede etmektedir.

Din sosyolojisi uzmanı Mehmet Rami Ayas’ın bu çalışması bugün de özgünlüğünü korumaktadır. Ayas’ın bu eşsiz çalışmasındaki bilgiler ışığında bugün varlığını sürdüren zümrelerin kaynaklarını öğrenebilecek ve bu zümrelerin yaptıkları üzerine düşünmek, şimdiyi şekillendirmede ve geleceği tasarlamada bİZler için yol gösterici bir kaynak olacaktır. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden emekli olan Profesör Mehmet Rami Ayas 82 yaşında olmasına rağmen her gün fakülte yollarını aşındırmaya, çalışmalarını sürdürmeye devam etmektedir. 

10 Ekim 2013 Perşembe

MİMOZA SÜRGÜNÜ - NAZAN BEKİROĞLU


Nar Ağacı’ından sonra bir başka ağaç Mimoza Sürgünü ile akl’a sürgün…

Kitaplarıyla büyük bir okur kitlesi yakalayan usta yazar Nazan Bekiroğlu bu sefer Mimoza Sürgünü ile karşımıza çıkıyor. Denemelerden oluşan Mimoza Sürgünü’nü dört bölüm oluşturuyor; ‘Kalp Sathı’, ‘Defter Kâğıdı’, ‘Seyahat Albümü’, ‘Dünya Yüzü’. Her bölüm farklı an’ları içerisinde misafir ediyor. ‘Kalp Sathı’; acıyı, sitemi, keşkeyi, yorgunluğu, gurbeti barındırırken Nazan Hanım “aşkın külliyatını daha asıl görülmeden âşık olunan bir suret ile onun gerçeği arasındaki didişme olduğunu” dile getiriyor. ‘Defter Kağıdı’; günlüklerin yıkık dökük sayfalarının anısını, mezar taşlarının sesini, mezuniyet yazılarının sarhoşluğunu, romanların başkahramanlarını kalıcılaştırıyor. ‘Seyahat Albümü’; Dostoyevski’nin ‘Karamazovlar’ı yazdığı hala ölüm vedası kokan evini, Tolstoy’un malikânesinin ihtişamını, Leonardo’nun Madonna Littası’nı Volga’da sergiliyor. ‘Dünya Yüzü’nde ise beton yığınları haline gelmiş şehirler, fırtınanın öbür yüzünü kendi fırtınasında estiriyor.
Nazan Hanımın son kitabıyla elimizdeki dünya bir anda kayboluyor ve bir başka dünyaya uyanıyoruz. Hayatın o ana kadar bütün hissiyatları tadıldı gibi hissedilse de yemişin içindeki lezzete kavuşulmadığı için sayfa geçişlerinde tadından tattıra tattıra aklın lezzet damağını darma duman ediyor. Bunca yıl geçmiş, saat işlemiş, elimden sayfalar geçmiş ben edebi tattan habersiz göz gezdirmiş durmuşum diyivereceksiniz. Kalbin aslı, özü, cevheri, ruhun mahpus olduğu beden, duyguların büyük zelzelesi bir yıkıntı aleminin içerisinde kalp sathı her ölçüyü muhafaza ediyor. Keşke dedirten yapılmışlıklar, arda bırakılmış yüzler, tahammül edilmez gerçeklikler, bir melodinin hatırlattığı geçmişler, görülmek istenilenin görüldüğü, duyulmak istenilenin duyulduğu yol kıvrımları, yaşamın sunduğu ilkeler Mimoza Sürgünü’nün satırlarına nakşettiği gibi dünya yerli yerinde, ‘Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde…’ dedirtiyor. Ve kalp sathı düşüncelere yansıyor. Dökülüyor mürekkepten, hokkadan… İçe sığmayan kelamlar raks makamında “gönül aşkınla gözyaşı dökmekten usandı artık, zira gözde yaş kalmadı sabr ile uslandı artık, ağlasan da faydası yok sevsen de zamanı geçti, zira gözde yaş kalmadı sabr ile uslandı artık” derken, Mimoza Sürgünü fark makamında ağırlar ben ve sen’i ve cem makamında ayrılığı, gayrılığı ortadan kaldırır âşıkları hû da buluşturur. Defter kağıdı; aşıklarını devreder dilden dile, yazıya düşürür kalemden kaleme, sahaf sahaf dolaştırır elden ele… Zamane aşklarına, yaşanmışlıklara inat rafları süsler. Okuna okuna tüketmez kendini, okudukça yeniden var eder gizli saklı kelimeleri. Zamanın yitmiş tozlarını da barındırırken sahaflar kimi zaman arda bırakılan sınıf arkadaşları, sır dostlarıyla da karşılaştırır. Bambaşka mecralara gelinmiş yaşamlara, geçmiş lekesi bir anda renk katar, gülümsetir çehreleri. ‘Özlemişim’ cümlelerinin kar etmediği bakışların anlamlandırdığı an’lar geçmiş zaman dilimini unutturur, hoş sohbete bırakır hatıraları. Bazen de an’ın barındırdığı isimsiz kahramanlar ismi bilinip dile gelmediğinden yanından geçilip gidilir. An barındırır yine de isimsizin gölgesini. Mimoza Sürgünü de “an’ların ve ah’ların imlasını sana bıraktım” diyerek kapatıyor,0 ah diyerek defter kağıdı açıyor seyahat albümünü.
Geçmişin izlerini kalpte hissetmek, defter kağıdı okumak yerine seyahat albümü dönemin bütün ayrıntılarını bir seyir eşliğinde hatırlatmaya götürüyor. Dünya âlem perdesinin gölgesi fotoğraflara yansıyor. Donduruluyor an’lar, zamansızlığa terk ediliyor. Yüzlerce yüz nakşoluyor çerçevelere dünya yüzü de görsün diye. Bazen bir gecekondu duvarı bazen bir malikâne bu gölge çerçeveleri ağırlıyor. Parsellenmiş deniz, o parlak sahil kumu örülüyor iç acıya acıya… Gökyüzünden çalınacak diye diye yıldızlar uyku tutmuyor da artık ‘nasıl oldu böyle’ diye mırıldanan dudaklarla…
Mimoza Sürgünü denemeleriyle duygu yoğunluğumuzu, düşünce serüvenlerimizi, tahammüllerimizi, her figüranını belirlediğimiz masallarımızı, sevmeyi, gerçekten sevmeyi bilmeyen kayıp hüviyeti, yolunu bulamayan yol yorgununu, âşıkın bir he nefesinden, bir soluktan, bir çırpınıştan ibaret kaldığı anda âh’tan hû’ya giden yolun tarifini yaparken adını da düşündürüyor. Mimoza; çiçeklerin şahı, akl’ı serencamı… Geceyi, gündüzü ayırt edip ışığa hasretini dile getirişini sarı ile simgeler. Nazan Hanım’ın tüm içtenliğiyle kaleme aldığı bu eser hem yeni yaşamın sürgününü hem yolların geride bıraktığı sürgün kırıntılarını bize tattırıyor. Üstüne üstelik kelimelerin raks ettiğine, görünmez inceliğin kıvranışına kelime üstü feyizle düşüncede zuhur etmesine şahit olacaksınız. Her deneme farklı bir tecrübe tek bir temaşa içerir. Ana farklılığı da burada görecek, hiçliğe garp olmak için Mimoza Sürgünü’nü elinizden düşürmeyecek üstüne bitsin de istemeyeceksiniz. Kadim bir ustanın Nazan Bekiroğlu’nun kılavuzluğunda hiçliğe garp olmak için satırların dizinin dibine çökmeli…

Şimdiden Keyifli Okumalar…


6 Ekim 2013 Pazar

PİEDRA IRMAĞI’NIN KIYISINDA OTURDUM AĞLADIM – PAULO COELHO


Paulo Coelho “Simyacı” kitabıyla ün yapmış bir yazar. Kitaplarının arasında içtenlikle neşredilen “Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım” yazarın kaleminden değil de romanın kahramanının dilinden anlatılmış. Coelho Tanrı’nın Kadın Yüzünü keşfetmeye çalışmış. Bana öyle geliyor ki hayat tecrübeleri işlenmiş satırlara.  Yoksa acı, sevgi, dert böylesine güzel işlenemezdi. Yazarın notu kısmı size öyle içerisine alıyor ki kitap bitmesin diye daha yavaş okumaya başlıyorsunuz.
Olay örgüsü ise şu şekilde gerçekleşiyor; Pilar ve sediği adam çocukluktan beri tanışıktırlar. Sevdiği adam dünyayı gezme ve bir şeyler öğrenme hayaliyle Zaragoza’dan ayrılır. Aradan uzun bir zaman geçtiğinde adam bir gün yazdığı mektupta Zaragoza’ya geleceğini ve konuşma yapacağını söyler. Geldiğinde Pilar’ı sevdiğini açıklar. Çocukluk duygularının tekrar kabarmasını istememektedir Pilar. Fakat dürtüleri onu, sevdiği adamla birlikte uzun bir yolculuğa çıkarır.  Pilar artık olmak istediği gibi davranmaya başlar ve öğrenir ki sevdiği adam bir takım mucizeler göstermektedir. Kaybetmiş olduğu inançlarını tekrar kazanır ve çocukluktan duyduğu aşkı yine kabarır ve bu sefer onu kaybedip kaybetmeyeceğini düşünür.  Roman tamamen Tanrının Kadın Yüzü üzerinden yürütülmektedir. Mucizeler gerçekleşmekte ve inancın kutsallığı doğrulanmaktadır.
Not; Kitap bitiminde bütün cümlelerin altını çizili bulabilirsiniz.

“Sevmek başkalarıyla birleşmek, onda Tanrı’nın kıvılcımını keşfetmektir."

“Aşktan daha derin bir şey yoktur. Çocuk masallarında, prensler kurbağalara öpücük verir ve kurbağalar sevimli prenslere dönüşür. Gerçek yaşamdaysa, prensler prensesleri öper ve prensler kurbağaya dönüşür.”



5 Ekim 2013 Cumartesi

'Bir Devrim Ruhu' BEGÜM – KENIZE MOURAD


"Unutulmaması gereken bir kadının öyküsü"
Tarihte hep hükümdarlar arasındaki çekişmeler, sınırsız ticaret hakkı yasaları, askeri birliklerin yönetimi “erkek” üzerine kuruludur. Fakat her şey göründüğü gibi değildir, hele ilk görüldüğü gibi hiç değildir. Bu yüzden perdeleri aralamalı ve tarihin iç yüzüyle karşı karşıya kalınmalıdır. Kenize Mourad Hindistan’ın bağımsızlık savaşının perdelerini aralamış kralın dördüncü karısının mücadelesini ele almıştır.  Veliaht prensesinin sarayına perilerin (eş adayları) seçilmesiyle başlar sarayda serüven;

“Neden raks etmiyorsun?” diye soruyor prens, sabırsızlıkla. 
“Ben rakkase değilim, şairim!”
Sözlerini şaşkın bir sessizlik karşılıyor, ardından yükselen sesleri Vacid Ali Şah elinin bir hareketiyle susturuyor.
“Şair öyle mi?” Bu ne kendini beğenmişlik!
Bir saat sonra sustuğunda, hareme koyu bir sessizlik hakim. Kadınlardan bazıları belli etmeden gözlerini silerken, prens düşünceli gözlerle ona bakıyor.

Begüm’ün üzerinden sis dağılıyor, güneş parıldamaya başlıyor Oğlunu savaşın ortasına sokup önünde zamana siper oluyor. Cesareti, huzuru, yasak aşkı, vuslatı satırlara işliyor Mourad. Sürekleyici anlatımıyla elinizden bırakamayacaksınız. Romanların gizemini yitirmemesi için bu kadar yeterli. Haydi şimdi kitabı almaya.