Yağmurlu bir
Pazar…
Havada kana bulanmış toprak kokusu var. Akşamdan kalma zihnim ile
kendimi posta kutusunun başında buluyorum. Zarflar arasında birisi ilgimi
çekiyor; “Şehirlerin Kraliçesi İstanbul’da
geçmişi ve günümüzü bir arada yansıtan HOTEL KONSTANTİNİYE’nin açılış davetine
katılmanız bizi onurlandıracaktır.”
Tarihe ve saate bakıyorum ki açılış bugün ve sadece bir saat kalmış. Hemen
hazırlanmaya başlamalı. Bir kadın için bir saat dünyayı fethetmeye yeter de
artar bile…
Altın varaklı kapıları geçtikten sonra daveti organize eden Zehra’yı görüyorum.
Bana doğru gelmeye başlıyor. O her zamanki iş bilir, sorun çözen, her şeye çare
bulan haliyle… Ergun Bey ile
tokalaştıktan sonra bana ayrılan masaya doğru ilerliyorum. Görkemli
avizelerin altında etrafa göz atarken konuk listesinin özenle hazırlandığı
belli ediyor kendini. Her masa farklı bir serüveni barındırıyor, yanlarından geçerken
konuşmalar bir bir gülümsetiyor. O sırada parlak mor ceketli, saçları jöleli
yakışıklı sunucu, aşırı özenli Ankara Devlet Tiyatrosu telaffuzu ve bariton
sesiyle, “Hanımefendiler, beyefendiler hoş geldiiiniiizz, sefalar
getirdiniiiizzzz” diyor ve Elmas Hanım’ı sahneye davet ediyor. Elmas Hanım her
zamanki gibi endamlı duruşuyla sahneye geliyor ve yine özentiliğinden İngilizce konuşacağım derken "Süleyman the law maker" diyeceğine "Süleyman the love maker" diyerek kendine
güldürmeyi başarıyor. Sahneden inince Zehra ve Elmas Hanım arasındaki
gerginliği hissedince hemen peşlerinden odaya gidiyorum bende. O sırada Elmas
Hanım Zehra’ya aile sırlarını anlatmaya başlıyor. Kendisinin hemşirelik okulunu
bitirdikten sonra Ergun Bey’in babası İsmail Bey’e bakması için kendisini tuttuklarını
söylüyor. Meğer bu zaman zarfında biriken anılar, hoş sohbetler derken İsmail
Bey evlenmelerini tavsiye etmiş ve hikayeleri böyle başlamış. Zehra ve Elmas
Hanım’ı odada bırakıp salona iniyorum. Bir masanın yanında geçerken yaşlı bir
beyefendinin garsona “Oğlum, madem bu işi yapıyorsun işi öğren, merlot diye bir şey yok
onun adı merlo, merlo” dediğini duyup gülüp geçiyorum. Ali İhsan Bey’in sesini
duyunca onun olduğu masaya doğru ilerliyorum. Kendisi bu topraklarda niçin büyük
beyinlerin yetişmediğinin derdini çekerken Sefarad Yahudilerini ve aşkenazları
karşılaştırıyor. Bir anda aynı masada oturan Mükerrem Bey rahatsızlanıp
kalkıyor. Mükerrem Bey orduya denizaltı, tank gibi birçok şey satan bir iş adamı.
Eşi Mahinur Hanım’ın ise hikayesi bakışlarındaki kırışıklıklardan okunuyor. O sırada dalgın dalgın etrafı seyrederken
salona Livaneli’nin girdiğini görüyorum ama o kadar insanın arasında bir anda
gözden kaybediyorum. Dvorak’ın yeni dünya senfonisi eşliğinde masama doğru
ilerliyorum. Birden masamda Livaneli’yi görünce selam
verip oturuyorum. İşte o an başlıyor benim için açılış. Anthony Tropella’nın
romanları, 2014’te ki kadın cinayetleri, iş kazalarında tershanelerde ölen
işçiler, Marlowe’, Şostakoviç müziğinden konuşurken ilerliyor zaman ve ben kimi
zaman şaşkın, kimi zaman hüsran, kimi zaman ise kahkahalar eşliğinde sıkılmadan
açılıştan ayrılıyorum.
Doğan Kitap bünyesinde çıkan Konstantiniyye Oteli, okudukça içine çeken, her
karakterinin düşüncelerinde ilham veren, bütünleştiren, içselleştiren,
kıskandıran, ara sıra gülümseten, ara sıra sızlatan, düşüncelerin evreninde
İstanbul’un büyüsünü ve ölümün pençesine düşmüş insanların, hem en iyi hem en
kötü hallerimizde bizi yaratıcı ve becerikli kılan şeyin yani hüsranın, mütemadiyen
sorgulama durumunda kalınılan sevginin portresini okuyucuya taşımaktadır.