11 Ekim 2015 Pazar

KONSTANTİNİYYE OTELİ –LİVANELİ





Yağmurlu bir Pazar… 
Havada kana bulanmış toprak kokusu var. Akşamdan kalma zihnim ile kendimi posta kutusunun başında buluyorum. Zarflar arasında birisi ilgimi çekiyor; “Şehirlerin Kraliçesi İstanbul’da geçmişi ve günümüzü bir arada yansıtan HOTEL KONSTANTİNİYE’nin açılış davetine katılmanız bizi onurlandıracaktır.”  Tarihe ve saate bakıyorum ki açılış bugün ve sadece bir saat kalmış. Hemen hazırlanmaya başlamalı. Bir kadın için bir saat dünyayı fethetmeye yeter de artar bile…


Altın varaklı kapıları geçtikten sonra daveti organize eden Zehra’yı görüyorum. Bana doğru gelmeye başlıyor. O her zamanki iş bilir, sorun çözen, her şeye çare bulan haliyle…  Ergun Bey ile tokalaştıktan sonra bana ayrılan masaya doğru ilerliyorum. Görkemli avizelerin altında etrafa göz atarken konuk listesinin özenle hazırlandığı belli ediyor kendini. Her masa farklı bir serüveni barındırıyor, yanlarından geçerken konuşmalar bir bir gülümsetiyor. O sırada parlak mor ceketli, saçları jöleli yakışıklı sunucu, aşırı özenli Ankara Devlet Tiyatrosu telaffuzu ve bariton sesiyle, “Hanımefendiler, beyefendiler hoş geldiiiniiizz, sefalar getirdiniiiizzzz” diyor ve Elmas Hanım’ı sahneye davet ediyor. Elmas Hanım her zamanki gibi endamlı duruşuyla sahneye geliyor ve yine özentiliğinden İngilizce konuşacağım derken "Süleyman the law maker" diyeceğine "Süleyman the love maker" diyerek kendine güldürmeyi başarıyor. Sahneden inince Zehra ve Elmas Hanım arasındaki gerginliği hissedince hemen peşlerinden odaya gidiyorum bende. O sırada Elmas Hanım Zehra’ya aile sırlarını anlatmaya başlıyor. Kendisinin hemşirelik okulunu bitirdikten sonra Ergun Bey’in babası İsmail Bey’e bakması için kendisini tuttuklarını söylüyor. Meğer bu zaman zarfında biriken anılar, hoş sohbetler derken İsmail Bey evlenmelerini tavsiye etmiş ve hikayeleri böyle başlamış. Zehra ve Elmas Hanım’ı odada bırakıp salona iniyorum. Bir masanın yanında geçerken yaşlı bir beyefendinin garsona “Oğlum, madem bu işi yapıyorsun işi öğren, merlot diye bir şey yok onun adı merlo, merlo” dediğini duyup gülüp geçiyorum. Ali İhsan Bey’in sesini duyunca onun olduğu masaya doğru ilerliyorum. Kendisi bu topraklarda niçin büyük beyinlerin yetişmediğinin derdini çekerken Sefarad Yahudilerini ve aşkenazları karşılaştırıyor. Bir anda aynı masada oturan Mükerrem Bey rahatsızlanıp kalkıyor. Mükerrem Bey orduya denizaltı, tank gibi birçok şey satan bir iş adamı. Eşi Mahinur Hanım’ın ise hikayesi bakışlarındaki kırışıklıklardan okunuyor.  O sırada dalgın dalgın etrafı seyrederken salona Livaneli’nin girdiğini görüyorum ama o kadar insanın arasında bir anda gözden kaybediyorum. Dvorak’ın yeni dünya senfonisi eşliğinde masama doğru ilerliyorum. Birden masamda Livaneli’yi görünce selam verip oturuyorum. İşte o an başlıyor benim için açılış. Anthony Tropella’nın romanları, 2014’te ki kadın cinayetleri, iş kazalarında tershanelerde ölen işçiler, Marlowe’, Şostakoviç müziğinden konuşurken ilerliyor zaman ve ben kimi zaman şaşkın, kimi zaman hüsran, kimi zaman ise kahkahalar eşliğinde sıkılmadan açılıştan ayrılıyorum.


Doğan Kitap bünyesinde çıkan Konstantiniyye Oteli, okudukça içine çeken, her karakterinin düşüncelerinde ilham veren, bütünleştiren, içselleştiren, kıskandıran, ara sıra gülümseten, ara sıra sızlatan, düşüncelerin evreninde İstanbul’un büyüsünü ve ölümün pençesine düşmüş insanların, hem en iyi hem en kötü hallerimizde bizi yaratıcı ve becerikli kılan şeyin yani hüsranın, mütemadiyen sorgulama durumunda kalınılan sevginin portresini okuyucuya taşımaktadır.