25 Aralık 2013 Çarşamba

AHMET(ler) / AHMET ÜMİT-BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ



Issız köşe, taş duvar, rengârenk kasımpatılı kahvehanemi severim. Az kişinin geldiği, o nadir bulunan insanları ağırladığım, masalarda o sımsıcak sohbetler biriktiren bir yer… Herkes kendi masasında kendi yaşanmışlığından bahsederken bazen dertli bazen sevinçli, bende onlara kulak misafiri olur dalarım o hiç bilmediğim sonu aydınlık başı karanlık hikâyelere…
Bu sefer kahvehanemde farklı bir hava üç kişi ama bir isim dolaşıyor etrafta…



…Ahmet(ler)… 
(Ahmet Ümit, Ahmet Tezcan, Ahmet Turan Köksal)  


Onlar hararetli sohbetin içinde savrulurken bir uçtan bir uca, bir esinti alıyor beni aralarına ve anlatmaya başlıyor Başkomiser Nevzat (Ahmet Ümit) hikâyesini Ahmet Kaya’nın “Turuncu Gemi” eşliğinde… “Yaşamak için ölme sırası bizde” 


Beyoğlu’nun En Güzel Abisi;


Karanlık basınca dört bir yanı gelir uzaktan bir tetik sesi dalgalı dalgalı… Yılbaşı gecesi herkes kendi eğlencesini yaşarken düşer yollara Ali ve Başkomiser Nevzat. Arda bırakılan mahallelerden birinde işlenen cinayet sonrası, karanlığın perdelerinin aralanmasını bekleyen erkekler, kadınlar…
Şüphe, korku, kin ve para dokunmuş tek tek yaşanılan hayatlara. Olaylarla birbirine kenetlenmiş insanlar;  sonu tahmin edilemeyecek kötülükler yatağında, sonu aydınlık hikâye yer alıyor Beyoğlu’nun En Güzel Abisi kitabında. Sonu aydınlık başı karanlık cinayet sonrası böyle olur; hayat durduk yere bir ipucu sunar size hiç beklemediğiniz bir anda kapı açılır, bütün sırrı ortaya dökülür. Aslında kitap kapağı verir sırrı sizlere sonuç yerine bir başlangıç fakat biz bu ayrıntıyı hep kaçırırız. O öyle boşuna Başkomiser Nevzat’ın gelmemiştir aklına… Yayınevi de basmamıştır öyle kuru kuruya…

“Aşk, yaşamı; cinayet, ölümü sıradanlıktan kurtarır.”

Kahvehanemde geçen bir sohbet esintisi öyle her detayıyla anlatılmaz ipuçları sunar işte böyle… Ve söz de almışken bir daha ki haftaya geleceklerine dair son bulur sohbet Ahmet Kaya “Kurşunlar gelirken arka mahallede düştüm de yerlere bir of demedim” ile… 






16 Aralık 2013 Pazartesi

USTAM VE BEN - ELİF ŞAFAK


Zamanda yolculuğun sırlarını tozlu sahaf raflarında araştırır dururken bu raflara inat kurulu camekân vitrinde efsunlandım mor kaplı fil resimli kapağın kendisine… Bezden pazar torbamın içerisini süsledi kitap bana ne yaşatacağından bihaber dolandı durdu sahaflarda o an benimle…
Ne vakit sessizleşti dünya duruldu zaman uğuldadı Ustam ve Ben
Ne olacağından habersiz merakla arka kapağı okuyunca daha önce Elif Şafak’ın Firarperest ve Şemspare kitaplarına yazdığım yazının kurgusu canlandı gözümde bir yolculuk hikâyesi… Düşündüklerimi düşünmeleri gülümsetti çehremi… Bir anda sayfalar yerinden oynayama, birer birer satırlar şarkılarını söylemeye, çininin mavimsi kokusu gelmeye başladı. Filin iniltisiyle sonu gelmeyen bir dehlize düştüm. Gemiydi ilk hissettiğim sallandıkça sallandı beşik gibi yerinde. Dalgalar içinde boğuştu durdu fırtınanın gölgesinde. Sürüklendim bir Osmanlı kenti İstanbul’a bardaktan boşanırcasına insan seline. Zamanda yolculuğun fısıltıları gelince zihnime kavradım hemen Osmanlı mimarisinin zirvesini temsil eden, bilim adamı, şairlerle dost, farklı renk ve dokunuşlarla göz kamaştıran eserlere sahip, asırlardır ismini zikrettiren Mimar Sinan’la suyun üzerine köprüler, gökyüzüne kubbeler, minareler inşa edilecek. Kubbelerin, taç kapıların, gülbezenklerin, sedeflerin efendisi, cihana yüzlerce eser veren bir sanatkârı seyredeceğim düşüncesinde rıhtıma göz gezdirirken “bu roman bildiklerine benzemez sultanım” sesiyle irkilmem, filin mahfesine yıldırım hızıyla bindirilmemle daldım serüven serüven içine… Hindistan’dan getirilen beyaz bir fil ‘Çota’ ve onun gizemli bakıcısı ‘Cihan’ dilinden başladım bu sefer hikâyeyi dinlemeye…

Bu sefer karşımıza Ustam ve Ben romanıyla çıkan Elif Şafak yüzlerce yüze tarihe nakşediyor, kelimeleri cümlerle raks ettirip bizlere öyle sunuyor.  Osmanlı tarihinin sevdiğiniz karakterleriyle kurgulanmış bu roman kendinden epey bahsettireceğe benziyor. Kitabı aldığınızda satırlar çalınacak diye korkup elinizden bırakmayacaksınız. Eee hala duruyor musunuz? Haydi o zamanı durduran kitaplık rafına bir kitap daha koymaya. 

(17 Aralık Doğum Günüme Özel İlk Tanıtım Yazısı Sizlerle) :) 

25 Ekim 2013 Cuma

GÖKKUŞAĞINDAN LEZZETLER - Clara Seren AMRAM


     Bu sefer bir farklılık yapacağız sizlerle ve günümüzün çoğunu geçirdiğimiz mutfak için bir yemek kitabı ele alacağız. Öyle diğer yemek kitaplarına benzemiyor, onu ayıran özelliği ise doğanın renkleriyle ele alınışı… Hangi renkte meyve veya sebzeden hoşlanıyorsanız o bölümü daha çok seveceğinizden eminim.
     Sağlıklı bir yaşam için alınması gereken önlemlerin pek çoğu günlük yaşamımızda uygulamamız gereken küçük ve kolay çabalardan oluşur. Nerede olursa olsun günlük yaşamı düzenleyen bazı temel kuralların bilinerek uygulanması, sağlığın korunmasını ve diğer bireylerle paylaştığımız yaşamı kolaylaştırır. Bu kurallardan en önemlisi ise sağlıklı beslenmedir. Bedensel ve zihinsel çalışmayı etkileyecektir. Günlerimizi daha verimli geçirebilmek için yemek yerken dikkat edeceğimiz bazı unsurlar olacak. Doğadaki her şeyin bir rengi, bir amacı ve bir adı vardır. Ve her gün yeni “çöp” yiyecekler piyasaya sürülüp büyük reklamlarla tanıtılıyor. Rengârenk göz alıcı ambalajlarla dikkatimizi çekmeye çalışıyorlar. Yapay gıdalar yerine taze meyveler, sebzeler, tahıllar, kuruyemişler, baharatlar tercih edilmelidir.  Türk insanı olarak zengin yemek kültürünün sahibi, çorbasıyla, salatasıyla, yemeğiyle göz kamaştıran sofraların çocuklarıyız biz.

     Clara Hanım kitabını farklı biçimde bölümlere ayırmış. Olağan bir yemek kitabı değil tamamen gökkuşağını hatırlatıyor insana, kitabın başlığı da böyle dikkat çekiyor. Doğada en çok gördüğümüz yeşil karşılıyor sizi brokoli, biberiye, çoğumuzun yerken hoşlanmadığı pırasa, kereviz yemeği yaparken çöpe attığımız kereviz sapları, evimizin balkonunu süsleyen ve hoş kokusuyla bizi mest eden fesleğen… Kahverengi, mavi, beyaz, sarı, kırmızı, mor ve rengârenk meyveler ve sebzeler…
    Deneyeceğiniz muhteşem tariflerle dolu bir kitap hatta meyve ve sebzelerin özelliklerini ve nelere iyi gelebileceğini de not düşmeyi unutmamış Clara Seren Amram. Her gün kendisine hatırlattığı renkli ipuçlarını da sizlerle paylaşmış. Bunlardan biri ise “Boş kalorilere dikkat edin. Örneğin; gazlı içeceklerin hiçbir besleyici değeri yoktur ve boş kalorilerle doludurlar. Su ve taze sıkılmış meyve ve sebze sularından şaşmayın” bu tavsiyesi üzerine renkli sular yapabileceğiniz pratik tarifleri eklemeyi de unutmamış.
     Eşinize, çocuklarınıza, annenize, babanıza, çok değerli arkadaşlarınıza, dostlarınıza muhteşem sofralar, gökkuşağı tadında lezzetli yemekler, salatalar, çorbalar, çikolatalar, kekler ve bunların yanına renkli sular misafirlerinizi ağırlamada fevkalade olacaktır. Sihirli parmaklarınızla bu kitaptaki tarifler buluşunca büyülü yemeklerinizle etrafa mutluluk yayacaksınız. 

23 Ekim 2013 Çarşamba

TÜRKİYE’DE İLK TARİKAT ZÜMRELEŞMELERİ – MEHMET RAMİ AYAS


Günlük hayatta çeşitli dini zümreleşmelerle karşı karşıya gelmekteyiz. Bu dini zümrelerin; mezhepler ve tarikatlerin zeminini teşkil eden olaylar ve bir toplum çevresi teşekkülü düşüncelerde yer tutarken bu ortaya çıkışı Türkiye’de İlk Tarikat ve Zümreleşmeleri tespit ederek bizlere sunmaktadır. Hayatî bir kuvvet olarak düşünülen dine; insanlık tarihinin en eski çağlarına inildiğinde bile rastlanmaktadır. Toplumun kültür ve faaliyetlerinin ana kaynağı olan din, ilk tecrübenin ki bunun için şuur, ruh ve belli bir kişi bulunmaktadır, yayılmış, insanlara geçmiş halidir. İlk halka yalnızca birbirine bağlı şahıslardan ibarettir. Bu ilk halkayı birleştiren husus ilk tecrübenin şahsi niteliklerine bağlıdır. Max Weber bu çeşit zümre kurucularına karizma terimini kullanırken bu karizma zümrelerin ilk adımını teşkil etmektedir. Zümreleşmenin gelişmesi, yayılması dini tecrübenin cemaate teşkil edici etkisini göstermektedir. Dinin dinamiği; kişisel tecrübe ile geleneksel ifade şekillerinin fertleri birleştirici etkisi cemaat teşkiline yol açmıştır. Bu cemaatleşme insanlar arası mesafeyi sıkı bir kaynaşma ve dayanışma haline dönüştürmüştür. Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri bize; İnsanlar arası ne gibi yakınlaşma ve uzaklaşma olayları görülüyor? , Rol oynayan etkenler nelerdir? , Bu Müslüman-Türk toplum muhiti nasıl teşekkül etmektedir? gibi soruların cevabına ışık tutmaktadır.
Türkiye’de din sosyolojisi alanında yapılan ilk doktora tezi olma özelliği taşıyan bu eser din sosyolojisi, din ve dini tecrübenin ifadelerine kısaca değindikten sonra, tarikat zümre ve zümreleşmelerinin toplumsal zemini olarak Anadolu’da Türk-İslam toplum çevresinin teşekkülünü, Anadolu’da görülen ilk tarikat zümreleşmelerini ele almıştır. Yesevilik, Vefaiyye, Rıfailik, Mevlevilik, Kalenderilik ve Kübreviyye tarikatlarının geçirdiği sosyal değişmeleri, yakınlaşmaları, uzaklaşmaları, alışılmadık olaylar karşısında değişen davranışlarını ve tezahürlerini de müşahede etmektedir.

Din sosyolojisi uzmanı Mehmet Rami Ayas’ın bu çalışması bugün de özgünlüğünü korumaktadır. Ayas’ın bu eşsiz çalışmasındaki bilgiler ışığında bugün varlığını sürdüren zümrelerin kaynaklarını öğrenebilecek ve bu zümrelerin yaptıkları üzerine düşünmek, şimdiyi şekillendirmede ve geleceği tasarlamada bİZler için yol gösterici bir kaynak olacaktır. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden emekli olan Profesör Mehmet Rami Ayas 82 yaşında olmasına rağmen her gün fakülte yollarını aşındırmaya, çalışmalarını sürdürmeye devam etmektedir. 

10 Ekim 2013 Perşembe

MİMOZA SÜRGÜNÜ - NAZAN BEKİROĞLU


Nar Ağacı’ından sonra bir başka ağaç Mimoza Sürgünü ile akl’a sürgün…

Kitaplarıyla büyük bir okur kitlesi yakalayan usta yazar Nazan Bekiroğlu bu sefer Mimoza Sürgünü ile karşımıza çıkıyor. Denemelerden oluşan Mimoza Sürgünü’nü dört bölüm oluşturuyor; ‘Kalp Sathı’, ‘Defter Kâğıdı’, ‘Seyahat Albümü’, ‘Dünya Yüzü’. Her bölüm farklı an’ları içerisinde misafir ediyor. ‘Kalp Sathı’; acıyı, sitemi, keşkeyi, yorgunluğu, gurbeti barındırırken Nazan Hanım “aşkın külliyatını daha asıl görülmeden âşık olunan bir suret ile onun gerçeği arasındaki didişme olduğunu” dile getiriyor. ‘Defter Kağıdı’; günlüklerin yıkık dökük sayfalarının anısını, mezar taşlarının sesini, mezuniyet yazılarının sarhoşluğunu, romanların başkahramanlarını kalıcılaştırıyor. ‘Seyahat Albümü’; Dostoyevski’nin ‘Karamazovlar’ı yazdığı hala ölüm vedası kokan evini, Tolstoy’un malikânesinin ihtişamını, Leonardo’nun Madonna Littası’nı Volga’da sergiliyor. ‘Dünya Yüzü’nde ise beton yığınları haline gelmiş şehirler, fırtınanın öbür yüzünü kendi fırtınasında estiriyor.
Nazan Hanımın son kitabıyla elimizdeki dünya bir anda kayboluyor ve bir başka dünyaya uyanıyoruz. Hayatın o ana kadar bütün hissiyatları tadıldı gibi hissedilse de yemişin içindeki lezzete kavuşulmadığı için sayfa geçişlerinde tadından tattıra tattıra aklın lezzet damağını darma duman ediyor. Bunca yıl geçmiş, saat işlemiş, elimden sayfalar geçmiş ben edebi tattan habersiz göz gezdirmiş durmuşum diyivereceksiniz. Kalbin aslı, özü, cevheri, ruhun mahpus olduğu beden, duyguların büyük zelzelesi bir yıkıntı aleminin içerisinde kalp sathı her ölçüyü muhafaza ediyor. Keşke dedirten yapılmışlıklar, arda bırakılmış yüzler, tahammül edilmez gerçeklikler, bir melodinin hatırlattığı geçmişler, görülmek istenilenin görüldüğü, duyulmak istenilenin duyulduğu yol kıvrımları, yaşamın sunduğu ilkeler Mimoza Sürgünü’nün satırlarına nakşettiği gibi dünya yerli yerinde, ‘Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde…’ dedirtiyor. Ve kalp sathı düşüncelere yansıyor. Dökülüyor mürekkepten, hokkadan… İçe sığmayan kelamlar raks makamında “gönül aşkınla gözyaşı dökmekten usandı artık, zira gözde yaş kalmadı sabr ile uslandı artık, ağlasan da faydası yok sevsen de zamanı geçti, zira gözde yaş kalmadı sabr ile uslandı artık” derken, Mimoza Sürgünü fark makamında ağırlar ben ve sen’i ve cem makamında ayrılığı, gayrılığı ortadan kaldırır âşıkları hû da buluşturur. Defter kağıdı; aşıklarını devreder dilden dile, yazıya düşürür kalemden kaleme, sahaf sahaf dolaştırır elden ele… Zamane aşklarına, yaşanmışlıklara inat rafları süsler. Okuna okuna tüketmez kendini, okudukça yeniden var eder gizli saklı kelimeleri. Zamanın yitmiş tozlarını da barındırırken sahaflar kimi zaman arda bırakılan sınıf arkadaşları, sır dostlarıyla da karşılaştırır. Bambaşka mecralara gelinmiş yaşamlara, geçmiş lekesi bir anda renk katar, gülümsetir çehreleri. ‘Özlemişim’ cümlelerinin kar etmediği bakışların anlamlandırdığı an’lar geçmiş zaman dilimini unutturur, hoş sohbete bırakır hatıraları. Bazen de an’ın barındırdığı isimsiz kahramanlar ismi bilinip dile gelmediğinden yanından geçilip gidilir. An barındırır yine de isimsizin gölgesini. Mimoza Sürgünü de “an’ların ve ah’ların imlasını sana bıraktım” diyerek kapatıyor,0 ah diyerek defter kağıdı açıyor seyahat albümünü.
Geçmişin izlerini kalpte hissetmek, defter kağıdı okumak yerine seyahat albümü dönemin bütün ayrıntılarını bir seyir eşliğinde hatırlatmaya götürüyor. Dünya âlem perdesinin gölgesi fotoğraflara yansıyor. Donduruluyor an’lar, zamansızlığa terk ediliyor. Yüzlerce yüz nakşoluyor çerçevelere dünya yüzü de görsün diye. Bazen bir gecekondu duvarı bazen bir malikâne bu gölge çerçeveleri ağırlıyor. Parsellenmiş deniz, o parlak sahil kumu örülüyor iç acıya acıya… Gökyüzünden çalınacak diye diye yıldızlar uyku tutmuyor da artık ‘nasıl oldu böyle’ diye mırıldanan dudaklarla…
Mimoza Sürgünü denemeleriyle duygu yoğunluğumuzu, düşünce serüvenlerimizi, tahammüllerimizi, her figüranını belirlediğimiz masallarımızı, sevmeyi, gerçekten sevmeyi bilmeyen kayıp hüviyeti, yolunu bulamayan yol yorgununu, âşıkın bir he nefesinden, bir soluktan, bir çırpınıştan ibaret kaldığı anda âh’tan hû’ya giden yolun tarifini yaparken adını da düşündürüyor. Mimoza; çiçeklerin şahı, akl’ı serencamı… Geceyi, gündüzü ayırt edip ışığa hasretini dile getirişini sarı ile simgeler. Nazan Hanım’ın tüm içtenliğiyle kaleme aldığı bu eser hem yeni yaşamın sürgününü hem yolların geride bıraktığı sürgün kırıntılarını bize tattırıyor. Üstüne üstelik kelimelerin raks ettiğine, görünmez inceliğin kıvranışına kelime üstü feyizle düşüncede zuhur etmesine şahit olacaksınız. Her deneme farklı bir tecrübe tek bir temaşa içerir. Ana farklılığı da burada görecek, hiçliğe garp olmak için Mimoza Sürgünü’nü elinizden düşürmeyecek üstüne bitsin de istemeyeceksiniz. Kadim bir ustanın Nazan Bekiroğlu’nun kılavuzluğunda hiçliğe garp olmak için satırların dizinin dibine çökmeli…

Şimdiden Keyifli Okumalar…


6 Ekim 2013 Pazar

PİEDRA IRMAĞI’NIN KIYISINDA OTURDUM AĞLADIM – PAULO COELHO


Paulo Coelho “Simyacı” kitabıyla ün yapmış bir yazar. Kitaplarının arasında içtenlikle neşredilen “Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım” yazarın kaleminden değil de romanın kahramanının dilinden anlatılmış. Coelho Tanrı’nın Kadın Yüzünü keşfetmeye çalışmış. Bana öyle geliyor ki hayat tecrübeleri işlenmiş satırlara.  Yoksa acı, sevgi, dert böylesine güzel işlenemezdi. Yazarın notu kısmı size öyle içerisine alıyor ki kitap bitmesin diye daha yavaş okumaya başlıyorsunuz.
Olay örgüsü ise şu şekilde gerçekleşiyor; Pilar ve sediği adam çocukluktan beri tanışıktırlar. Sevdiği adam dünyayı gezme ve bir şeyler öğrenme hayaliyle Zaragoza’dan ayrılır. Aradan uzun bir zaman geçtiğinde adam bir gün yazdığı mektupta Zaragoza’ya geleceğini ve konuşma yapacağını söyler. Geldiğinde Pilar’ı sevdiğini açıklar. Çocukluk duygularının tekrar kabarmasını istememektedir Pilar. Fakat dürtüleri onu, sevdiği adamla birlikte uzun bir yolculuğa çıkarır.  Pilar artık olmak istediği gibi davranmaya başlar ve öğrenir ki sevdiği adam bir takım mucizeler göstermektedir. Kaybetmiş olduğu inançlarını tekrar kazanır ve çocukluktan duyduğu aşkı yine kabarır ve bu sefer onu kaybedip kaybetmeyeceğini düşünür.  Roman tamamen Tanrının Kadın Yüzü üzerinden yürütülmektedir. Mucizeler gerçekleşmekte ve inancın kutsallığı doğrulanmaktadır.
Not; Kitap bitiminde bütün cümlelerin altını çizili bulabilirsiniz.

“Sevmek başkalarıyla birleşmek, onda Tanrı’nın kıvılcımını keşfetmektir."

“Aşktan daha derin bir şey yoktur. Çocuk masallarında, prensler kurbağalara öpücük verir ve kurbağalar sevimli prenslere dönüşür. Gerçek yaşamdaysa, prensler prensesleri öper ve prensler kurbağaya dönüşür.”



5 Ekim 2013 Cumartesi

'Bir Devrim Ruhu' BEGÜM – KENIZE MOURAD


"Unutulmaması gereken bir kadının öyküsü"
Tarihte hep hükümdarlar arasındaki çekişmeler, sınırsız ticaret hakkı yasaları, askeri birliklerin yönetimi “erkek” üzerine kuruludur. Fakat her şey göründüğü gibi değildir, hele ilk görüldüğü gibi hiç değildir. Bu yüzden perdeleri aralamalı ve tarihin iç yüzüyle karşı karşıya kalınmalıdır. Kenize Mourad Hindistan’ın bağımsızlık savaşının perdelerini aralamış kralın dördüncü karısının mücadelesini ele almıştır.  Veliaht prensesinin sarayına perilerin (eş adayları) seçilmesiyle başlar sarayda serüven;

“Neden raks etmiyorsun?” diye soruyor prens, sabırsızlıkla. 
“Ben rakkase değilim, şairim!”
Sözlerini şaşkın bir sessizlik karşılıyor, ardından yükselen sesleri Vacid Ali Şah elinin bir hareketiyle susturuyor.
“Şair öyle mi?” Bu ne kendini beğenmişlik!
Bir saat sonra sustuğunda, hareme koyu bir sessizlik hakim. Kadınlardan bazıları belli etmeden gözlerini silerken, prens düşünceli gözlerle ona bakıyor.

Begüm’ün üzerinden sis dağılıyor, güneş parıldamaya başlıyor Oğlunu savaşın ortasına sokup önünde zamana siper oluyor. Cesareti, huzuru, yasak aşkı, vuslatı satırlara işliyor Mourad. Sürekleyici anlatımıyla elinizden bırakamayacaksınız. Romanların gizemini yitirmemesi için bu kadar yeterli. Haydi şimdi kitabı almaya.


27 Eylül 2013 Cuma

VE DAĞLAR YANKILANDI - KHALED HOSSEINI



Uçurtma Avcısı kulağımızda çınlamış ve içimize işlemişti bir arkadaşlık hikayesini. Bunu Bin Muhteşem Güneş takip ederek küçük yaşta evlendirilen kızların, çocuğu olmayan kadınların hayat hikâyeleriyle çıkmaz paragraflara sayfalara kilitlemişti bizi. Bu sefer Khaled’in kaleminden Ve Dağlar Yankılandı iki kardeşin yürek hoplatan hayat hikâyesini konu ediniyor. Biri erkek biri kız bu iki kardeşin ayrılığı yeni bir başlangıç için bir sonu oluşturuyor. Dönüşsüz bir yolculuğun hayata farklı bakış açıları sunması farklı seçeneklerde farklı hayat sahnelerine yer veriyor. Afganistan’ın köyünden başlayarak Kabil, Paris, Tinos adasında yaşanan hayatlar çarpıcı imgelerle sunuluyor önümüze. Saklanılan sırlar vicdan kadehlerinden taşıyor vasiyet mektuplarına. Yaşlanınca öğreniliyor tüm gerçekler. Aile fertlerinin karmaşık hikâyesinin perdeleri aralanıyor Ve Dağlar Yankılandı ile. Romanda yer alan karakter sayısı beşle onla kalmıyor elliyi buluyor. Bu sizi korkutmasın öylesine kuvvetli bağlarla ele alınmış ki karıştırmak imkânsızın altında kalıyor. Kitapçıdan kitabı aldığınız an Afganistan’da kendinizi bulacaksınız. Yürürken dahi başınızı kaldırmadan okuyacağınız bir roman. Yürürken okuduğum romanlarım ayrıdır benim. Ve Dağlar Yankılandı yerini bu kategoride aldı. (Aman dikkat birine çarpmayın! Yolda karşıdan karşıya geçerken başınızı siz kaldırın ben kaldır(a)masamda) 

TEK KANATLI BİR KUŞ - YAŞAR KEMAL


KORKU; sarar bütün bedenini, eritir benliğini… Kaybedersin kendini…
Yaşar Kemal’den bir korku romanı. Karanlığa gömülü bilinmez nedenlerden terk edilmiş gizemli bir kasaba hikayesi. Kasabaya atanan posta müdürünün kasabaya ulaşma telaşı içerisinde yolda karşılaştığı akıl almaz söylentilerle içini saran korkunun derinliği, söylentilerin kuvvetli dalgalar halinde zihinleri bertaraf etmesi, zincirleme olaylar dizisi eşliğinde zengin bir anlatım sunuyor. Korku’nun ve Söylenti’nin insan üzerindeki etkisinin kaleme alındığı kısacık bir roman.


16 Eylül 2013 Pazartesi

GÜL İLE BÜLBÜL - HÜSEYİN BAYÇÖL

Harsız ateş, dikensiz gül olmaz… Murad inatsız, Gül Bülbül’süz, aşk âşıksız olmaz…

AŞK! Kimilerine göre kapısından geçilmesi imkânsız, kimilerine göre içinden çıkılması… Kimi savunur, kimi yerden yere vurur, kimi yalan dolan der diline dolar, kimi mahviyetini anlar kalbine sarar. Öyle ya da böyle, var ya da yok… Herkes konuşur… Aşk…

Asırlardır dillenen aşktır bu…
Gülün rahiyası sarar dört bir yanı… Bülbülün serencamı okşar aşk’ı… Her aşkın cilvesi vardır, bunların cilvesi de vuslatın hep bir başka bahara kalması. Tanık olur bütün diyar; vezir Leylek, aklın temsilcisi Papağan, ikiyüzlü Saksağan, aşk kitabının şahidi Kumru, Tavus dillerinden düşürmezler. Şahit olurlar son taç yaprağın düşüşüne, son serencamın tükenişine ve efsane oluşuna…

“Bize aşkın esas nüshası daha canlarımız dünyaya gelmezken yazdırıldı” diyen Hüseyin Bayçöl’den Gül İle Bülbül. Bu kadim aşkı birde buradan okumalı…

Sakin ola ki biri hayvan biri bitki diye bir gaflete düşme… Aman bu da mı olur, önceden duymuştum zaten hikayeyi deme. Sukut et ve bekle. 
Dur o kadar da panik etme. Kitabı al ve dal içerisine… 

13 Eylül 2013 Cuma

SUDAN GELEN - LÜTFİ PARLAK

Bir Hz. Musa Romanı...

Bir bilinçlilik haliyle okumaya başladığımız “Sudan Gelen” bir daire ve bunun başlangıcı yazanıdır. Sonsuzluğu sağlayan, daireyi tamamlayansa okuyandır.
Tarihin değişik dönemindeki olayları, o dönemde yaşamış kahramanları ve onları kuşatan maceraları bizlere sergileyen Lütfü Parlak’ın tarihi romanları “Behramoğlu Balak”, “Yemen” ve “Gençosman” a bir yenisi daha eklendi. Parlak bu tarihi serüvenine bazı geceler bir masal olarak dinlediğimiz, bazen bir çizgi film olarak izlediğimiz, bazen de kutsal metinlerde okuduğumuz Hz. Musa’yı bir roman olarak “Sudan Gelen” ile karşımıza çıkarıyor.  Bu romanında sizi serüvenin içerisine almak için Mısır’la başlayıp Nil nehri boyunca sürükleyip Kızıldeniz’i aşırıyor. Birçok kez Hz. Musa ile ilgili bir takım şeyler okuduk ve aklımızda her zaman asanın toprağa vuruş sesinin tokluğu ile dalgaların uğultulu bir şekilde yarılması yer etti. Kitabı elinize aldığınızda şimdiye kadar dinlediğiniz Hz. Musa kıssasını hatırlayarak kapak resmine bakacak ilk sayfada kendinizi Mısır’da bulacak, Nil nehrinin kenarında otlayan hayvanları, Tanrıça Hathor’u, karışık düşüncelerle boğuşan İmran’ın bitkinliğini hissedeceksiniz. Nil nehrinde Hz. Musa’yı taşıyan sandukanın ilerlemesinin, Mısır’dan çıkışın, Firavun’dan kaçışın derinlemesine analiz edilmesiyle roman kendini sırlıyor ve siz sadece anlatılan karakterleri okumaya başlıyorsunuz. Parlak’ın betimlemede ki ustalığıyla kelimeler anlamlı, hepsinin içi dolu ve göze hoş görünüyor. Diğer tarihi romanlarından da alıştığımız titiz tasvirleri, zaman ve mekan konusunda ince yerleştirmeleri sayesinde romanları vazgeçilmez bir hal alıyor ve okur kitabın içerisinden çıkamıyor, çıksa da etkisinden kurtulamıyor. Bu da Parlak’ın romancılıkta ustaca ilerlediğinin göstergesi. Okur ile roman içerisinde oluşan birliktelik sayesinde Sudan Gelen’in keyifli bir okuma sunduğu kesin.


Tarihi roman yazan yazarlar eserlerini tuttukları notlar üzerine inşa ederler. Üzerinde barınacakları kalenin zeminini ince ince döşedikten sonra yazmaya başlarlar. Lütfü Parlak’ın konuyla ilgili geniş araştırmalar sonucunda eserini kaleme aldığını, kutsal metinlerle birebir örtüşen paragraflar göstermektedir. Romanda zamanın kendini kuvvetle hissettirişi, yeri geldikçe kullanılan geriye ileriye dönüş teknikleri de etkisini göstermektedir. Heybesi hayat yüklü Hz. Musa’yı deste deste, yumak yumak, bütün dalların birleştiği köklerde birbiri ardınca billur gibi dökülen cümlelerle dile getiren Lütfü Parlak’ın diğer romanlarını okuduysanız bu romanında da aradığınızı bulacaksınız.  

12 Eylül 2013 Perşembe

BEN BİR AĞACIM / ORHAN PAMUK


(Star Gazetesi Kitap Ekinde Yayınlanmıştır.)

Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Orhan Pamuk 40 yıllık yazı hayatını kelimeler aracılığıyla değişik açılar ve perspektiflerden oluşturdu ve geleneğin üzerine çağdaş anlatım teknikleri kurarak yeni bir doku geliştirdi. Hayatın esrarını kahvenin telvesi gibi ardında bırakarak bazen satırlarda tattırdı bazen de terk edilmiş daktilo tuşlarının tozlarında kaldığını hissettirdi. En değerli anlar, zaman hızla akarken yazarlar sayesinde kayda alınıyor, en ağır biçimde hikaye olarak karşımıza çıkarılıyor.  Bir roman okuduğumuzda kendi yaşamımızı arkada bırakır daha önce hiç tanımadığımız kişiliklerle karşılaşır dalarız o hiç bilmediğimiz karanlık gözüken ama dibi aydınlık hikayeye.
Çocukluk ve gençlikteki her sevinç, hüzün şekil alıyor turnusol zamanla ve bir sanat eserine dönüşüyor adeta. İlk mevsim, ilk arkadaş, ilk oyun, ilk aşk… Yeni gözlemler, akıldan gitmeyen deneyimler bazen bir resim bazen bir beste olarak karşımıza çıkarken bu seferde kitap sayfalarında kapı aralıyor. Ben Bir Ağacım 40 yıllık yazarlık serüveninin gözdelerinden oluşan bir seçki. 40 yıllık emeğin sersemleten yolculuğu İbn Zerhani’nin “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç” cümlesinin refakatinde başlıyor. Her bölüm farklı bir kimlik taşıyor, faklı ağızlardan yazılıyor bazen de bir ağaç dile geliyor. Bu anlatım biçimi dünyaya farklı açılardan bakmamızı kolaylaştırıyor. Bu zenginlik yazarın zenginliğini görmemizi sağlarken bakma(k)nın yöntemini öğretiyor.  Bunu da okuyucusu ile kurduğu kutsal köprüyü Ben Bir Ağacım’la sağlamlaştıracak olan Pamuk’un ‘Okura Not; Kim Anlatıyor?’  başlığıyla seslenmesi tecrübesini yansıtıyor.
 Orhan Pamuk, “tarih parçacıkları, gelecek parçacıkları, şimdiki zaman, değişik, birbirine yabancı gibi görünen hikayeler”den oluşan Kara Kitap’tan ‘Cellat ve Ağlayan Yüz’, ‘Uyuyamıyor musunuz?’; “en renkli ve iyimser romanım” dediği saray hattatları, nakkaşları ve meddahların kahvehanelerde anlattıkları hikayelerden oluşan Benim Adım Kırmızı’dan ‘Kıskanç Han ve Tatar Güzeli’, ‘Nakkaş Körlüğe Yaklaşırken’; romanlarını nasıl yazdığını, kitaplar hakkında düşüncelerini, kişisel itiraflarını, yalnızlık ve mutluluk üzerine takıntılarını, toplumun paranoyalarını ve gündelik hayatın ayrıntıda gizli kahramanlarını dile getiren Öteki Renkler’den ‘Okula Gitmeyeceğim’; “Kars şehrinde, siyasal İslâmcılar, askerler, laikler, Kürt ve Türk milliyetçileri arasındaki şiddeti ve gerilimi hikâye eden” Kar’dan ‘Katil ile Maktul Arasında İlk ve Son Konuşma’; 2014’te çıkacak romanı Kafamda Bir Tuhaflık’ın kahramanı Mevlüt Karataş’ın çocukluk hikayesiyle var oluyor.
Kitabı elinize alıyorsunuz bittiğinde bırakıyorsunuz. Dil oyunları, yaşamı bambaşka kalıplara dökerek yorumlama becerisi sizi içerisine alıyor ve sizinde çocukluk hikayelerinizi karşınızda buluyorsunuz. Çocukken okula gitmeyeceğim yakarışları, sınıf başkanı olma sevdası bambaşka edebi renklerle aralanmış satırlarda yerini alıyor. Kitabın sonunda ise Nobel ödüllü yazarımızın bu serüvende adımlarını ele alıp; ilk şiirleri, ilk romanı ve denemelerini yazılış hikayeleri, ödülleri, yapıtları tadımlık dile getiriliyor. Usta yazarların kitaplarında olmazsa olmaz bölüm olarak sergileniyor.
“Benim bütün kitaplarım bir önceki kitabın içinden doğar. Oradaki bir ayrıntıdan bir cümleden…” O. P
 Yazarlar farklı kişilikleri olmakla beraber kültürün aynacılarıdırlar gölün doğanın aynası olması gibi titiz, özenli yansıtıcıdırlar. Kimi zaman anlatılanları kendi benine indirgeyerek yazarlar kimi zaman olaydan kendilerini çıkarır gölge yazarlık yaparlar. Yoldan geçerken parmaklıklı pencereden bakan ninenin bakışları, cellatın yüzündeki kırışıklıklar, çetrefilli yolculuklarda yaşanan duygu değişimi romanı, hikayeyi başlatan göze olur. Pamuk Ben Bir Ağacım’da kitaplarını doğuran ana figüranları böyle derlemiş bu da yazarın dünyasını ortaya çıkaran bir seçki niteliği taşıyor. ‘Y’aşamı ‘K’itapla ‘Y’aşa sloganıyla yazarlık hayatına devam eden Nobel ödüllü yazarımız ise kitabını şöyle tanımlıyor “Bu kitapta, şimdiye kadar yazdığım sayfalardan, en kolay anlaşılabilir ve en güçlü olanları seçmeye çalıştım.”
 Yapı Kredi Yayınları bünyesinde çıkan Ben Bir Ağacım, okudukça içine çeken, içselleştiren hayatın kaynağı an’lara/anılara geri dönüşün en görkemli karışımını taşıyor genç okuyucuya. Bu bölümlerden birinin doyumsuz lezzetine ulaşmak için tadına bakılmalı ki kavramların altındaki iç manayı, gizemi ve nihayetinde tarihin esrarlı yüzünü kavrayabilmek umudu doğsun günlerimize, gönüllerimize, ‘gör’eceklerimize.



 http://haber.stargazete.com/kitap/kirk-yilin-bilancosu-bir-agac/haber-788724


7 Temmuz 2013 Pazar

IŞIK DOĞUDAN YÜKSELİR / Ünlü Türk ve Müslüman Bilim Adamları / Hazırlayan-Cuma Vural



İlkler önemlidir; ilk insan, ilk düşünce, buluş, icat…   

Orta Çağ’da Avrupa’nın tersine İslam Dünyasında ilme çok itibar edilmiş ve bilginler saygıyla karşılanmıştır. Ülkede modern hastaneler, üniversiteler kurulmuş, her dilden, her renkten, her bölgeden insanlar tarafından rağbet görmüştür. Türk ve Müslüman Bilim Adamları nice keşifler yaparak çağımız medeniyetinin temellerini atmışlardır. İslam bilginlerinin eserleri Batı üniversitelerinde asırlarca kaynak eser olmuş, ders kitabı olarak okutulmuş ve okutulmaya devam etmektedir. Medeniyetimizin değerlerini, kendini diğerlerinden ayıran özgünlüğünü, insanların düşünce, ilim, sanat ve siyaset gibi alanlarda gösterilen faaliyetleri ele alan bir kitapla buluşacağız. Düşünce yollarının kıvrımlarında “Işık Doğudan Yükselir” ile ünlü Türk ve Müslüman bilim adamlarını zevkle okuyacağız.

İsmini çok duyduğumuz bilim adamları;  Abbas Vesim Efendi, Ali Kuşçu, Farabi, Divaneri, İbn Heysem, İbn Karaka, İdrisi… 




Ve ilk mikrobu tanımlayan (Akşemseddin); ilk kanser ameliyatını yapan (Ali Bin Abbas), kataraka ameliyatını yapan (Ammar Bin Ali), sinüs, kosinüs tabilerini kullanan ve geometrinin mucidi (Battani), optik ilminin kurucusu (İbni Heysem), ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren (İbni Firnas) ve dahası IŞIK DOĞUDAN YÜKSELİR’de. Kitaplığınızın olmazsa olmazlarından… 

4 Temmuz 2013 Perşembe

KUR'AN'IN İLK KADIN YORUMCULARI - SERPİL BAŞAR


Hayatımızın lezzeti,  tadı, sevinci, sıkıntıya düşünce okuyup-dinleyip içimizi ferahlatan Allah kelamı Kur’an’ın ilk kadın yorumlayıcılarını araştırıp eserinde toplayan Serpil Hanım’ın “Kuran’ın İlk Kadın Yorumcular”ı kitabını ele alacağız.
Kadın yorumcu denildiğinde akla peygamberimizin eşi, Hz. Ebubekir’in kızı, ilk ravi, ilk yorumcu Hz. Aişe gelse de, Serpil Hanım Kuran’ın ilk kadın yorumcularını ele aldığı bu kitabında Hz. Aişe dışında başka isimlere de yer vermektedir. Günümüzde kadın âlim olarak akla kolay kolay isim gelmezken, tefsir ilminde kadınların varlığından söz etmek mümkündür. İlk asırda kadının ilim öğrenme çabası ve yeni zihinsel yapılanmaya daha etkin ve zengin açılımlarla katılımı, pratik hayatlarındaki eylemlerinin yansımaları neticesinde öne çıkan bir unsurdur. Her ne kadar Hanım Sahabeler, İslam’ın ilk yıllarında zorlu yaşam koşullarına maruz kalsalar da, bu, dinlerini öğrenmelerine ve yaşamalarına engel olmamıştır. İşte bu yüzden kadın unsurunu İslam’ın ilk yıllarında pasif ya da kendi içine kapanmış, kıstırılmış bir yapıda görmek yanlış olur. Her türlü zorluğa rağmen o güzide insanlar üzerlerine düşeni en üst düzeyde yerine getirmişlerdir.
Hz.Hatice, Hz. Aişe, Hz.Hafsa, Esma bt. Umeys, Fatıma bt. Kays, Hz. Ümmü Gülsüm bt. Ukbe, Hz. Ümmü Seleme, Enise bt. Ka’b ve daha bilmediğimiz 82 kadın âlim ismi Serpil Hanım’ın araştırmasına konu olmuştur. Onların Kuran tarihine yadsınamayacak katkılarını, başkalarının ayet hakkında sorularına cevap vermelerini, ayet hakkındaki yanlış anlamaları düzelttiklerini, ayetleri kendi görüşlerine delil getirdiklerini ve daha birçok konuya ışık tuttuklarını görmekteyiz. Günümüzde İslam dininde kadınların özellikle toplumsal rollerinin kısıtlandığını, haklarının çiğnendiğini ileri süren çokça eleştiriyle karşı karşıyayız. Hatta günümüzde Kur’an meallerinin erkekler tarafından neşredilmesi üzerine Kuran’ın “bıyıklı yorumu” tabiri sıkça kullanılmaktadır. Fakat okuyacağınız bu eserde, aktif bir rol üstlenen hanım âlimlerin sorunları iletmede ne kadar rahat olduklarını, yapılacak her işin İslam’a uygunluğunu aradıklarını, karşılaştıkları herhangi bir durumu araştırma yoluna gittiklerini ve bir haksızlığa uğradıklarında çözümü için haklarını aradıklarını görmekteyiz. İlk asırdaki kadınlar dini gönüllerinde ve akıllarında içselleştirmiş; meraklı, istekli ve gayretli birer kişilik olarak karşımıza çıkmışlardır. Kuran’a muhataplık açısından kadın ve erkeğin durumu değerlendirildiğinde, kadının muhataplık açısından erkekten bir farkının olmadığı yapılan yoğun vurgunun (erkek kadından üstündür) bir kenara bırakılması gerektiği, bu bilgiler doğrultusunda belirtilmektedir. Aslında bu vurgu, temelinde kadının kadınlığından (cinsel kimliğinden) dolayı erkeklerden zayıf ve nakis olmadığına bir cevaptır. İlk asırda kadınların muhataplıklarını sorgulayıp bir farklılığının olmadığını anladıklarında, ayetlerden inanç ve yaşama alanlarında (hem iman hem amel/eylem boyutunda) istifade ettikleri görülmektedir.
“Sizden erkek olsun, kadın olsun, hiç birinizin çalışmasını boşa çıkarmayacağım. Zaten siz birbirinize eşitsiniz.” (Al-i İmran,3/195)
Serpil Hanım’ın bu eşsiz eserindeki bilgiler ışığında bugün yaşayan her kadın, ilk kadın yorumculara baktığında, kendini geleceğe nasıl yansıtması gerektiği noktasında bir tür projeksiyon yapabilmektedir. Kuran ve tefsir tarihinin kadın aktörleri ve onların yaptıkları üzerine düşünmek, şimdiyi şekillendirmede ve geleceği tasarlamada bizim için de ‘kaçınılmaz’ ilk adımlardan biridir.
Modernizmle aşkınlık’ın dedikoduya ve söylentiye dönüştüğü bir çağdayız; bu sebeple yaşam şifremiz olan Kur’an-ı Kerim ile hemhal olmaya...

(Âlâ Dergi'sinde yayımlanmıştır.)



NAMAZ VE KARAKTER GELİŞİMİ - ESMA SAYIN EKERİM


Hergün Tanrı’yla konuşanlar utanmazlar mı dünyaya meyletmeye …

Bu ay Esma Sayın Ekerim’in kulağıma fısıldadıkları üzerine konuşalım. Belki de bildiğimiz şeyler deyip geçmeden, bazen bildiklerimizi tekrar tekrar okumak yeni kapılar açacağı veya yeni yolculuklara başlangıçlar sağlayacağı umuduyla bakmalı satırlara. Her gün Hakk’ın kapısını çalıp misafir olmak, dünyanın şatafatını bir kenara iterek huzura gitmek yaratılış amacına uygun ne güzel bir eylemdir! Gafletin perdesini gözlerden sıyırıp alan, kalbin sonsuzluğuna kollarını açan, heyecanlı ve tatlı telaşlı, aşıkla maşuk misali secdelerimizin bitmeyen kokusudur namaz. Peki  namaz gibi bizleri hakettiğimiz seviyeye çıkaran bir kutsala bu kadar ihanet edip dururken acaba vicdan duvarımıza nasıl tablolar çakmış oluyoruz.
Namaz bir hayattır. Namaz kalbin azığı, gönlün sevinci, zihnin dinginliği ve ruhun yükselişidir. Namaz hayatın merkezindedir. Bu nedenle, hayat içinde hak ettiği yeri almalıdır. Namazın şeklinin ötesinde bir ruhu ve mana derinliği vardır. Şekil ummanda bir damla ise, ruh ummanın ta kendisidir. Bu ve benzeri cümlelerden anlaşılan o ki; Namaz kulun Allah’a yaklaştığı anlardan biri olması hasebiyle, Allah tarafından belirlenmiş kriterlere uygun yapılması gereken yüce, asıl ve asil bir ibadettir.
Yazarımız bu kitabında şekli açıdan namazı değerlendirmenin ötesine giderek namazın ruhuna değinmektedir. İnsan, Allah’ı içinde duyması, O’nu şuuruna yerleştirmesi ve içselleştirmesiyle (O’nun sevgisini yüreğine koymasıyla) huzurun doruklarına çıkar. O, Allah huzurunda bulunma tecrübesini en canlı haliyle yaşatır. Disiplinli ve canlı bir tecrübeyle kendini Allah’ın huzurunda hisseden bir insan Allah’ı bütün içtenliğiyle duyar ve yaşar. İlahi birlik ve bütünleşmesi sonucunda insanın, ruhsal tatmin ve huzuru yakalaması mümkün olacaktır.
Bütün dünyevi şeylerden arınıp maddiyata sırt çevirerek hiçleşebilmek için namaz bize yoldaşlık etmektedir. Namaz her kulun hiç olması yolunda en büyük kapıdır. Kapıdan girmek ise vahdet-i vücutta var olan gölgelerin (bizlerin) hakikat semasına yükselerek manevi miraçlarımızı tamamlamaktır. Duyulan bir ney sesinde gözlerin kapatılıp ruhun derunileşmesi gibi... Kamış yaşadığı tecrübenin dinginliğini verirken  sanki kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltemin kanat çırpınışları gibi…
Yüce yaratıcının sürekli kendisinin yardımcısı ve dostu olduğunun farkına varan, Rabb’inin kendisine güven, yardım, destek, huzur kaynağı olduğunu anlayan birey Allah’ın kendisine sunduğu koşulsuz güven, sevgi, destek ve dostluğa karşı O’na güven ve sevgi duygularını geliştirecektir. O varoluşsal sonsuz yalnızlık duygusundan da kurtulacaktır. Namazını gereği gibi yerine getirmeyen biri Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Ahlaki güzellikleri olumlu yönde etkilemeyen bir namaz, insanın ruhunu saflaştırması, zihnini ve kalbini Allah’a odaklaması hususunda da hiçbir fayda sağlamaz.
Namaza durup Allahüekber diyerek, bütün dünyayı geride bırakarak, öz’e alış-veriş, iş-güç, çoluk çocuk telaşası katmayarak, dünya şarabında sarhoş olmamak mümkün. Her gün beş kere Allah’ın huzuruna yönelsek de ara sıra dünya işleri serpiştiriyor kendini. Kalpteki perdelerin kaldırılıp huşu içerisinde namazlar kılmak ve “kıl ey beni namaz” demek dileğimle…

Ey namazda dirilen ve namazı dirilten kişi
Zahirin kendisine perde olduğu zata yalvarmaksızın
Namaz benim için perdeleri kaldırmaktır
Namazın kıvamını bulması Hakim olan Alllah katında olmasıdır
Benim delilim şu sözdür ki: Kalk ey Bilal!
Bizi namazda ferahlat. İşte o an zaman sevindi
Namaz kıldı ve böylece kalp mutmain
Bazen namazda kalbine korku, bazen de emniyet duygusu geldi[1]


(Âlâ Dergisinden yayımlanmıştır.)



[1] İbn Arabi, Letaifu’l-Esrar, Kahire, 1287, s.87

26 Haziran 2013 Çarşamba

GÖĞSÜNDEKİ GÖKYÜZÜ - LEYLA KARACA


( Yazı ilk kez İnceleyen Dergisi'nde yayımlanmıştır.)

Gök kubbenin altında söylenmemiş sözleri, duyguları, bakışları romanlarla dolduran yazarlarımıza bir yenisi daha eklendi. Leyla Karaca ve onun Göğsümdeki Gökyüzü. Aslında bu, Karaca’nın ilk kitabı değil. İki kapak arasında kurgulanan yaşamlara Göğsümdeki Gökyüzü eski ve küçük bir fotoğraf dükkânında başlar. An’ı ölümsüzleştiren fotoğrafın büyüsü... 

(Devamı için ağağıdaki linke tıklayınız.)

21 Haziran 2013 Cuma

İKTİDAR PARANTEZİ /Kadın, Dil, Kimlik - CİHAN AKTAŞ




Bu sefer konuğum Cihan Aktaş’ın İktidar Parantezi. Konuğum diyorum çünkü kitap okurken hissediyorum yazarı karşımda ve aramızda bir muhabbettir başlıyor. Cihan Aktaş’ın son yıllarda kaleme aldığı yazılarından kadın, dil ve kimlik teması etrafında seçmeleri içermektedir İktidar Parantezi. Gündem çerçevesinde yazılan fakat gündeme teslim olmayan yazılardan oluşan bir seçki, bazen iktidar parantezlerinde bir imhaya veya unutulmaya terk edilen, bazen de parantez içinde zapt olunmak amacıyla kısmi ve zahiri özgürlüklerle nispi bir varlık hakkı tanınan kesim, kavram ve olgulara yoğunlaşıyor.
Kitabın içindekiler kısmını açtığınızda karşılıyor sizi çarpıcı başlıklar “Kadınlar Birbirini Dinliyor Mu Gerçekten” , “Başörtüsünün Desenleri: Hicap, Tevazu ve Rıza” , “Siyah Çarşaf ‘Beyaz’ Öfke” , “Reformist Aydınların Sessizliği” ve dahası… Yaşanmışlıklar kokuyor kitapta, yılların izlerini taşıyor hatıralar. Cihan Hanım’ın katıldığı söyleşiler, paneller günlük olaylar çerçevesinde gelişse de toplumsal bir hareketin yol göstericisi oluyor. Ve kitabın eşsiz kahramanları Fatma Hanım’ı, ressam Gökhan Özcan’ı, Fatma Aliye’si adı geçen birçok yazarı bu serüvene dahil oluyor.
Başörtülü kadınların önüne konulan yasaklar dizisi mahrumiyet, yıpranmışlık, kısıtlanmışlık. Günümüzde bu yasaklar kime ne kazandırdı? Modern dünyada her şey değişiyorken Müslüman kadının nasıl değişmeden durabileceği düşünülebiliyor.
Kadınlar; savaşların ve barışların çekim arkası kahramanları, bir evin huzuru, neşe vereni, herkes uyurken tedirgin olanı, kaygı çekeni, geçim derdine düşüp bahar aylarında ot toplayanı, konserve kuranı, 12 Eylül’ün acısını hissedeni, bağrına basanı. Çocukken, genç kızken hayal edilen yapılacaklar listesi ve başörtüsü yasağı nedeniyle gerçekleşemeyen hayaller. Kimi öğretmen, kimi mühendis, kimileri hukukçu olmayı istemiş. Sonra erteleme ve paranteze alma yıllarına geçilmiş. Sınıflar, ofisler terk edilmiş, diplomalar rafa kaldırılmış. Büyük bir sürecin ardından hayalleri gerçekleştirme uğruna kadın derneklerinde, yardım kuruluşlarında, bir takım cemaatlerin faaliyetlerinde yer alan bir sürü kadın var isteklerini başaran. Onlar hem bir anne hem bir yol gösterici. Bir çekilme söz konusu değil onlarda olan bu durum. Tamamen kendilerini, hayallerini, dinlerini, özgürlüklerini koruma ve çözüm arayışı. Kendi kimliklerinden ve görünüşlerinden vazgeçmeden bunu başardılar. Kenar kuytu mahallelerde değil şehir merkezlerinde yaşayarak bu kimlik oluştu. Hepsinin içinde mücevherler saklı fakat işin aslı onu ortaya çıkarmakta ve Cihan Hanım bunu şöyle dile getiriyor “ömrü kirleri paklamayla geçen kadının da yeteneklerini keşfetmek için biraz boş zamana, dinlenmiş bir zihne ihtiyacı var”.
Paranteze almalar da ne bir dönemle sınırlıdır, ne de coğrafyayla. Avrupa’da yükselen İslamofobi, çok da uzaklara gitmeyen faşizmden kaynaklanan katliamlar hatırlandığında, parantezlerin her daim mevcut ama içine dahil edilenlerin değişken olduğunun güncel ifadesidir.
Parantezlere yeni parantezler açarak yola devam edildiğini de görmekteyiz. İstenilen, gerçekleşmemiş parantezin sınırlarıyla uzlaşarak bu havaya bürünmek yerine Müslümanlar, karşı bir parantez açmayı kendilerine bir yol bilmişlerdir.

(Âlâ Dergisinden yayımlanmıştır.)

15 Haziran 2013 Cumartesi

HARFLERİN AŞKI - SENEM GEZEROĞLU



 (Star gazetesi kitap ekinde yayınlanmıştır.) 

Yeni nesil edebiyatçılardan seyyah ruhlu Senem Gezeroğlu aşkını bohçasına alıp çetrefilli yollarda Aşk’ı elifbâ’dan anlatmaya başlamış.

Varlığa Gelen Her Âdem’in Varlığa Getirene İhtiyacı Vardır… AŞK İle…

Aşk; susamış gönüllerin, düştükleri denizlerde içtikçe daha da hasretle, tutkuyla gönül yangınlarını harlandıracakları meye benzer. Bu öyle bir meydir ki içenler de can canana adanır, terk eder bedenden canı. Aşk, mürekkepten, hokkadan, fırçadan ve âhtan sonra sayfalarda görünen beyazdır. Ayn, Şın, Kaf harflerinin toplamıdır. Yeni nesil edebiyatçılardan seyyah ruhlu Senem Gezeroğlu aşkını bohçasına alıp çetrefilli yollarda Aşk’ı elifbâ’dan anlatmaya başlamış. Adımları düğüm düğüm, çatallı bir yol ağzında İz Yayıncılık ile Harflerin Aşkı buluşmuş okurla.

Senem Gezeroğlu’nun ilk kitabı Harflerin Aşkı’nda kulağa fısıldanan bir sır gibi harfler sayfalara dökülür, vahdet muhabbetle örülerek damla damla akar, “Kalbe Giden Yol” “Yedi Oda”da buluşur, “Aşk Denizinde, O’nun İZ’inde” “Bir Hazan Vakti” “Harflerin Aşkı” denemesiyle son bulur. Dipsiz kuyunun karanlığında suyun berraklığını görebilmek, Allah ile mulahazanın eşsiz lezzetine AŞK ile varabilmek için her şeyin yaratıcısı Allah ile hemhal olabilmenin tadını satırlarında anlatır. O’nunla olmayı hak bilmek ondan başkasında hakkı aramamak, aşk için ve dahi aşk adına bela yağmurlarına başı tutmak, seve isteye ateş denizlerine, azgın ateş dalgalarında kavrularak varlığa adım atılmalı Aşk’la bir olarak Hiç’te buluşmalı. Senem Gezeroğlu İlahi Aşk’a ulaşabilmek için, madde âleminin perdelerini örtüp mana âleminin perdelerini aralamalı ve perdesinden bütün perdelerin yırtılacağı o muhteşem vuslat anına kavuşmanın tadındaki beklentiyi dile getirmiştir.
Senem Gezeroğlu’nu ilk kitabıyla tanıyacak olan okurun, yazıda ki şiirsel anlatımın sayfa aralarına ilmik ilmik dokunuşuna tanıklık edeceğini söyleyebilirim. Bununla birlikte aşk “herkesin bildiği bir şey” gibi algılansa da Harflerin Aşkı’nda dudaklar sustuğunda, zihinler durulduğunda bile aşk, cümleler arasında adeta arzı endam eyler. Bu cümlelere Nurullah Genç’in, Sezai Karakoç’un, Olcay Yazıcı’nın ve Mevlana’nın şiirleri ışık tutunca alev alev yanmaya başlamış denemeler, ayı, güneşi ve bütün gezegeni kıskandırıyor. Artık fikretmek, zikretmek, hissetmek, kalbe giden yolu, gözden gönüle akan bir ateşle beslemek siz değerli okuyuculara kalmış.

Ayn, Şın Kaf
Harflere adını yazdı
Küfürden ve siyahtan sonra
Mürekkepten, hokkadan, fırçadan ve âhtan sonra
Sayfalarda görünen beyazdı…




http://haber.stargazete.com/kitap/askin-elif--basi/haber-762276

14 Haziran 2013 Cuma

AYAK İZLERİNDE UĞULTU - CİHAN AKTAŞ





 (Star gazetesi kitap ekinde yayınlanmıştır.)

CİHAN AKTAŞ SON KİTABINDA İÇİMİZİ DOYURAN VE KANDIRAN, ÖNCE HİS SONRA FİKRETTİĞİMİZ BU ALEMDE İZAH EDİLEMEYENLERİN EN BÜYÜĞÜ, SINIR'LARIN NE EZELİ NE EBEDİ OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA VURGULUYOR...
Onunla ilk kez Kusursuz Piknik isimli hikâye kitabıyla tanıştım. Elimden bırakmadan aynı gün içerisinde bitirdim. Daha sonra diğer kitapları raflarımı süsleyerek yerlerini almaya başladı. “Üç İhtilal Çocuğu”, “Son Büyülü Günler”, “Suya Düşen Dantel”, “İktidar Parantezi: Kadın, Dil, Kimlik”
Okuyucusunu etkilemeyi başaran, vapurda, tren garında hayatın her köşesinde yer alan insanların oluşturduğu tasavvurları en mükemmel şekilde muhafaza eden, ortaya çıkaran ve kitaplarında her zaman farklı serüvenler yaratan bir sanatkâr. Kısmı ve zahiri özgürlüklerle nısbi bir hayat hakkını, duyguların bir imhaya veya terk edilmeye maruz kalışlarını, mahrumiyet, yıpranmışlık, uzaklık, göçmenlik, umut, özlem çerçevesinde yaşanan hayatların peçelerini kaldırıp iç yüzüyle bir araya gelmek için sınırlara, sınırsızlığa kapatılmış dünyayı kalemiyle satırlara döken, edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlayan yazar, Cihan Aktaş.
“Yazar olmak bir fırtınanın içinde savrulmak gibi bir şey. Dağılmak sarsıntının şiddetiyle kendini yeniden tanımak, hiç bilmediğin, kendi içindeki odaları keşfetmek gibi…”.
Cihan Aktaş kalemiyle yine çarpıcı öykülere kapı aralıyor. Uzak diyarların, uzak duyguların, özlemlerin, ayrılıkların, kavuşmaların kızları, delikanlıları, teyzeleri, amcaları ile düşünceler bir bir dökülüyor kaleme ve Ayak İzlerinde Uğultu ile çıkıyor karşımıza. İçindekiler kısmını açtığınızda bir solukta sizi içerisine çeken başlıklarla karşılaşmak mümkün: “Konteynır İçindeki Kırk Dördüncü Kişi”, “Liruda ya da İpli Kadın”, “Kirli Paslı Köşeler”…
Aktaş son kitabında içimizi doyuran ve kandıran, önce his sonra fikrettiğimiz hakikat ve bu âlemde hiçbir şeyin izahını yapamazken hatta izah etmek için kullandığımız kelimeleri başka kelimelerle izah etmeye muhtaçken izah edilemeyenlerin en büyüğü ‘sınır’ların ne ezeli ne ebedi olduğunu bir kez daha vurguluyor. Birden bire değişen zaman saklanmayı, gizlenmeyi, gitmeyi, dönmemeyi mecbur bırakıyor ve bu sessiz kalmış hayatları tutsaklıktan kurtarıp bir mürekkep lekesinde var ediyor. Öykülerdir, istenmeyen hayatlara başlatır yürüyüşleri. Attıkları ilk adım onları ayıran, sonrakiler sadece bahane ve her bahane ait oldukları yerlere geri dönmemek için onlara yeni bir bahane doğurur. Geri dönme hayalleriyle yaşayan gitmişlerin anılarıdır bu öyküler. Dönüşsüz yolculuk, hayata ve olaylara bakış açısının değişmesini, kendi iç derinliğini anlamasını, engebeli yollardan geçerek yine kendine ulaşmasını nasihat eder. Bu hayatlarda başrol hep bavulundur kimi zaman eşyalar doldurur kimi zaman duygular kimi zaman efsunlar.  Hayat sahnesinde her şey kurgulanır başrol üzerine tıpkı bu öykülerde bavul ardına düşenler gibi. Bu film bir bavul ardına ömürlerini yitirenlerin filmidir. Hiç görmedikleri, bilmedikleri yollarda bir bavul ardına düşecek figüranların filmidir. Böyle yaşanılır. Her ne kadar yaşanıyor dense de yaşanamayan hayattalar... Rüyalarda, hayallerde, anılarda, zihinlerde yaşanmaya çalışılan hayatlar… Hiç bilmediği dillerde hiç bilmediği yüzlerde, türkülerde, sokaklarda, caddelerde asli yerlere hasret düşülmüştür. Aslında özlediği sadece bir toprak parçası değil, onu var eden, onunla varolan  ‘herşey’dir. Lakin onların yazgısı özlem(e)dir. Bu dünyada bulacağı tek şey de özlemdir. Kendine ait bir duvar, bir sokak tabelası, bir şarkı, bir aşk hikâyesi olmaz, olamaz. Hayatı dahi başkalarıyla başlar ve başkalarıyla son bulur. Hep ayrılıklar yaşanılan hayatlarda, bazen kavuşmalar da yaşanır fakat öyle yabancı olunmuştur ki kavuşmalara ayrılıklar daha içten gelir.  Öteki diyarın çocuğu olunmuştur. Artık sindiremez geri dönmeyi bir defa yitirdi/yitirildi mi insan topraklarından; ay bir daha yanında bulunduğu hiçbir toprağı gecenin zifiri karanlığından paklayamaz. Doğsa da güneş üzerlerine hiçbir zaman doğamaz içlerine ve ışıldayamaz yürekler.
Bazı insanların kaderleri gitmeler, yitirmeler üzerine yazılmıştır. Bazen öyküler geri dönmek umuduyla başlarken aslında yersiz bir umudu taşır. Tel örgülerle yaşadıkları hayatlar çoktan örülmüş, zaten parçalanmıştır. Tanrılar dahi Olympos’ta ev edinirken ev edinemez bu öyküdekiler. Öyle hayatlar yaşamışlar ki Spinoza sonunda haklı çıkmıştı. Tanrı sadece olmamayı bahane ediyordu. Öyle ötekileştirilmişti ki hayatlar(ı), sadece ötelenmek onlara normal gelir. Öteki yakaya hasret kalmış, seslerinin, düşüncelerin içerisinde boğulmuş çok çok uzak hissi bürümüş varlığı. Ilık bir gözyaşı süzüldükçe süzülüyor, çoğu kez boğaza düğümleniyor hıçkırıklar, ıssız, yersiz yurtsuz bakışların, sessiz çığlıkların dışa vurumu ne vakit olunur bilinmez ama bekler zamanı özgürlüğüne kavuşmayı bekleyen kafesteki kuş misali…

Bu hüzünler, ayrılıklar, kalmakla dönmek arasındaki fırtınalar, bu hayatlarda öyle yer edinmiştir ki fırtınasız hayatlar anlamsız gelmeye başlar. Vuslatı sona erdirecek bir umut doğduğunda dahi söyleyecekleri tek sözü “ben karşı tarafın taksisiyim” olan insanların öyküleridir bu. Bu öyküler bir nesle değil birçok nesle anlatılacak, okutulacaktır. Bilmem kaç öyküde başka hayatlar yaşadınız bu güne kadar. Öykü kahramanlarının her yürüyüşünde bir adım arkasında hissedersiniz kendinizi. Onlarla birlikte kaybolur, onlarla birlikte var olursunuz. Okuduğunuz her satırla sizde kendinizi son durağı belli olmayan, kayıtsız hayatlar taşıyan bir tır ardına yüklenecek herhangi bir konteynırda ya da sonunun umuda çıkacağını zannettiğiniz bir ormanda kendinizi bulabilirsiniz. Cihan Aktaş’ın eşsiz anlatımı sizleri içerisine alacak; almakla kalmayacak,  Ayak İZ’lerinde Uğultu ile istenmeyen hayatların her bir sayfasında beyninizi kemirecek çığlıklarla baş başa bırakacak sizleri.


http://haber.stargazete.com/kitap/ayak-izlerinde-ugultu/haber-752622



20 Mayıs 2013 Pazartesi

MODERN MAHREM (MEDENİYET VE ÖRTÜNME) - NİLÜFER GÖLE




Okumak, kurtulma, özgür olma gücü kazandırır. Okumayanlar, dar çevrelerinin kısır düşünceleri, gelenek ve göreneklerin yetersizlikleri içinde kapalıdır. Okumayı sevenler, yerlerde sürünmezler, bir kanat vuruşuyla evrensel düşüncelerin mutlu iklimine yükselirler. İnsanlığın en yüce kişilerinden meydana gelmiş bir toplum içinde yaşarlar.                                                              PAYOT
,
Payot’un da dediği gibi en yüce kişilerden meydana gelen bir toplum olmak için bu ay ki önerim, Nilüfer Göle’nin Modern Mahrem kitabı. Nilüfer Göle, bu kitabında İslami yaşam tarzında modern unsurlar görür ve bu unsurları İslami yaşamın kadın taşıyıcılarında örneklendirir daha çok. Tüketim kalıplarına, kamusal alana çıkma arzularına, gelecek kaygılarına ve arzuladıkları yaşam tarzlarına dikkatlerimizi çekmektedir.
“Medenileşme projesi”, “siyasi bir mesele haline getirilen örtünme” ve “örtünme; cehalet yanlılığıdır” gibi sloganlara, karşı duruşu resmeder Modern Mahrem. Din ve Modernlik söyleminin doruk noktasına ulaşıldığı günümüzde, bu kitabı okumak faydalı olacaktır. Aslında Din ve Modernlik, fikren bağdaştıramadığımız ve dolayısıyla her iki kavramı farklı ele aldığımız bir mesele gibi görünse de içinde olduğumuz durumu anlamada, içselleştirmede, konum belirlemede ortak aktördürler.
Örtünmenin dini vecibe dışında kamusal alanda bir simge olarak kullanılması, kadınları kültür ayrımına sürüklemiştir. Fakat günümüz şekliyle örtünme genelde İslamcılığın siyasal vurgusunu, özelde ise Müslüman kadın kimliğinin onaylanışını ifade etmektedir. Bu açıdan Müslüman kadının örtünmesi geleneksel örtünme olan başörtüsünden farklıdır. Başörtüsü geleneklerin sınırları içerisinde kalarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ve kadınlar tarafından edilgence benimsenmişken; türban, yaşamın geleneksel alanlarından modern alanlarına geçişi ve siyasi bir duruşu içeren, kadınlarca gerçekleştirilmiş etkin bir sahipleniştir. İslam’a ait bu giyim tarzını, yani türbanı nitelendiren örtünmeyle, dindarlığın ve yaşam biçiminin gelenekler içerisinde önemsizleştirilmesinden çok siyasi alanda sembolleştirilmesi ima edilmektedir. Bu bakımdan örtünme toplumun genel normlarına edilgen bir boyun eğişi ifade etmez. İslam’ın kurallarına yönelik aktif bir ilgiyi belirtmektedir.
Modernleşme sürecinde İslamcı hareketler baş göstermiş ve devrimci İslamcı eğilim, geleneksel Müslüman kadın algısından farklı olarak kadına sadece militan-mücahide kimliğini yapıştırmıştır. Kadının bireysel kimliğinden ziyade sorumluluğu ve görevleri, İslamiyet’e uygunluğu açısından konu edilmekte, kadının İslamcı projeye sadakati dile getirilmektedir. Ve bu siyasi hareket, kadının mahrem alandan kamusal alana çıkmasını mümkün kılmaktadır. Kadının sosyal ve siyasal hayata katılımıyla serbestlik elde etmesi, bunu eğitim yoluyla ispat etme zorunluluğunu daha fazla hissettirmektedir. Bu ispatlama çabası, eğitim duvarlarını da aşarak toplumsal yaşam alanına doğru taşınmış ve mesleki alanda bir kimlik kazanımı doğurmuştur.
Kadınlar kendilerine bir rol çizmek istese de, birileri tarafından rolleri çoktan çizilmiş ve uygulamaya konmuştu bile.  Bu uygulamaya Modernleşme krizi eklenince kadın kendisini bunalım cenderesinde bulmuştur. Batı’nın İslam’da kadın algısını değiştirme mahiyetli bir takım çalışmaları olsa da (feminizm), İslamcı hareketlerin yükselişi, ilerleme fikriyle birlikte tarihten dışlanmış Müslüman aktörlerin yeniden tarih sahnesine geri dönme çabasını göstermektedir.  Belki de dine yeniden dönüş modernliğin bir parçasıdır.
Bu durumun içinde doğmak, var olmak bu kitabın okunmasını gerekli kılacaktır.
Kitap sayfalarının çevrildiğini, kelimelerin havada ahenkle dolaştığını ve kahve kokusunu şimdiden alır gibiyim. Hayırlı okumalar…

(Âlâ Dergisinden yayımlanmıştır.)

4 Mayıs 2013 Cumartesi

CAMTUTAN – MELEK PAŞALI






Posta Kodu; Aşk yazarı Mehmet Şamil’in önerisiyle Melek Paşalı’nın Hayal Günlüğü kitabını okumaya başladım. Elime aldım, bıraktığımda bitmişti. Bir yazarı beğendiğimde zevkle diğer kitabına kavuşmayı beklerim. Camtutan’a kavuşmam uzun sürmedi. Gün batımı elime geçince eve yürürken okumaya başladım. Öykü dünyasının içerisinde kendimi bulunca yolu uzatarak sahilin yolunu tuttum. Ve kitap çepeçevre sarıp sarmaladı ruhumu.
Her sayfa, her satır, her kelime benim oldu, benimle oldu. İçine çektikçe çekti düşüncelerin senfonisi. Bölüm aralarındaki siyahı duygular duygularımla yer değiştirdi adeta.

Bakıla bakıla yitmiş insanların, yürüne yürüne düşülmüş
boşlukların, koşa koşa çıkılan basamakların,
çalına çalına eskimiş kapıların, yağmura bırakılmış avluların,
güneş bekleyen tarlaların, tanığı olmayan başakların,
yatay bölünmüş pencerelerin ardındaydı

Camtutan hayatımın, hayatımızın yağmurlu bir günde buğulanmış penceredeki yansımamız gibi. Tam yansıtmaz ve zihnimizle bizler doldururuz eksik çizimi. Bazen görmek istemediklerimizi de zihnen çizmez yerine ayrı bir ‘ben’ yaratırız. Öykü içerisinde derinlemesine bir aksiyon, macera sizleri cümlelere çekecek, cümleler kelimelerle dans ettirip yağmurun ıslaklığını, rüzgârın esintisini, çölde çıkan kum fırtınasında gözlerinize dolan kum taneciklerini, çığın düşüncelerinizi içine çeken uğultusunun gerçekliğini hissedecek, kitap bitimi başınızı kaldırdığınızda kendinizi kalabalıklar arasında bulacak, son satırlar tamamlayacak serüveni…

Herşey iki’ye bölük, bir’e bütündü.
Herkes yarım’dan azad,
Bir’e mahkumdu…

Melek Paşalı’nın bu etkileyici anlatımı sizleri büyüsü altına alacak paragraflar içerisinde boğulacaksınız. Zihinde oluşan tek bir düşüncenin bile tasvirini muazzam bir karmaşa içerisinde betimlemiş ki bu karmaşa sizi korkutmak yerine içerisine alıyor. Paşalı’nın karın altındaki kardelenleri açığa çıkartmak niyeti, okurken satırlara dikkatli bakarsanız bulabileceksiniz belki gizli saklı kardelenleri… Binlerce kelime içerisinden sizde fırtınalar koparacak, her zaman ardın sıra gidebileceğiniz cümlelerle karşılaşacaksınız… 
İyi okumalar…