18 Ağustos 2015 Salı

ŞARK'IN ŞİİRİ İRAN SİNEMASI - CİHAN AKTAŞ



Sinema, toplumda yaşanan değişmeleri, beklentileri yani toplumsal dinamiği, "sanatsal gerçekliği" içinde yansıtır ve kültürel temsilleri kullanılır. Ayrıca sinema, kitle iletişim araçları içerisinde en yaygın olan, okuma yazması olmayan kimselere bile kolayca hitap edebilen, kolay anlaşılabilen hareketli resim, söz, yazı ve müzikle oluşmuş bir anlatım olanağına sahiptir. Toplumun tüm şartlarından etkilenen, onu şekillendiren, yeri geldiğinde yücelten yeri geldiğinde sürüleştirip tek tip insan yaratma amacına hizmet eden sinema, İslam Devrim’inden sonra modernizmin değerlerine ve Batı’nın kültürel hücumuna karşı değerler üretmek için İran’da yeni bir başlangıcın simgesi  olmuştur. Aşkı, acıyı ve mutluluğu abartısız işleyerek yankı bulan İran Sineması günümüzde hepimizin gözdesi haline gelmiştir. İran sinemasının gelişim tarihi incelendiğinde din-devlet-ideoloji üçlüsü ile karşılaşılacaktır. İran sineması bu sancılı sürecin içerisinde evrilmiş, gelişim gösterilmiştir. Bu bağlamda Cihan Aktaş’ın Şark’ın Şiiri;İran Sineması eseri: İslamiyet hayatın bütün alanlarını kapsıyor ise dini sinemadan söz etmek mümkün müdür? Kadının sinemadaki varlığı, mahremiyet açısından nasıl değerlendirilmeli? Modern bir çağda İslami bir yaşantı sürdürmenin yollarını arayan bir insanın hayatında tasvirin yeri ne olmalıdır? gibi sinema-din ilişkisine dair  cevaplanmamış soruların cevabını bulabileceğiniz bir çalışmadır.
İz yayıncılık’tan çıkan, Aktaş’ın inceleme-araştırma dizine ait Şark’ın Şiiri; İran Sineması eserinin yeni ve gözden geçirilmiş baskısı okurlarla buluştu. İran sinemasının tarihsel süreci de göz önüne alınarak kaleme alınan bu eser beş ana bölümden oluşmakta; 1979 Devrimi’ne Kadar İran Sineması, Devrim’den Sonra İran Sineması, Yeni Bir Sinema Arayışı, Sinema ve Kadın, İran Sinemasının Arkaplanı...
Aktaş kitabına Şark’ın Şiiri; İran Sineması ismini vermesini bir röportajında şu şekilde dile getiriyor; “Çok daha derin sebeplerden, derin kültürden söz etmek gerekir her şeyden önce. Bu nedenle de İran sinemasıyla ilgili kitabıma "Şark'ın Şiiri' ismini verdim. Sıradan olandaki mucizeye yönelen hassas bir bakışı var İranlı yönetmenlerin. Yani Hafız kütüphanede rafta kitabı bulunan bir şair değil de bindiğiniz taksinin şöförünün dilinden mısralarını dinlediğiniz yaşayan bir şair.” Cihan Aktaş’ın da dediği gibi bizi derin duygularıyla etkileyen İran sineması, modern dünyada dini değerlerin belirlediği bir düzen tecrübesini yaşama olanağı bulmuş ve sanatçılara kendilerini ifade edebilecekleri bir konum haline gelmiştir. İlk dönemlerde müslümanlar sinemaya mesafeli durmuş hatta sinemayla uğraşmayı haram kabul etmişlerdir. Bu nedenle sinema gayrimüslim İranlılar tarafından rağbet görmüştür. İran’da ilk sinema salonu Mirza İbrahim Sahafbaşı tarafından açılmış kısa bir süre sonra Şeyh Fazlullah Nuri’nin dinsizlik olarak ithaf etmesi üzerine kapatılmıştır. İkinci sinema salonu ise Rus asıllı Rusi Han tarafından açılmıştır. Erdeşir Han ile de salonların sayısı artmıştır. Erdeşir Han sinema salonlarında iki yeniliğe imza atmış ve ilk olarak açık hava sinemalarını hayata geçirmiş daha sonra ilk sinema dergisi Sinema ve Gösteriler için yayın hakkı talebinde bulunmuştur. Sinemalarda Amerikan filmlerinin gösterime girmesiyle birlikte Amerikan hayranlığı bir kesimde biçimlenmeye başlamıştır. Giyim-kuşam, yaşam tarzları bu kesime model teşkil etmiştir. Filmlerde artistlerin giydikleri kıyafetler ve kullandıkları eşyalar reklam panolarında yerini alarak bu tür  sinemasal imgeler zamanla insanların tüketim alışkanlıklarını belirleyici unsur olmuştur. Yabancı filmlerin rekabeti karşısında bir çözüm arayan yapımcılar ise efsaneleri, destanları konu alan filmlere yönelmeye başlamıştır. Buna en iyi örnek  üç yüz kırk beş gün gösterimde kalan Muhammed Ali Ferdi’nin başrolde oynadığı Genc-i Karun'dur (Karun’un Hazinesi). İran sinemasının faaliyete geçmesi Ali Şeriati’nin ‘İslami gençliğin duygu ve düşüncelerini sanatsal yolları ifadesi’ yönündeki çağrıları ile yankı bulmuştur. Bununla birlikte Farabi Sinema Enstitüsü kurulmuş ve ‘Nasıl bir sinema?’ sorusunun cevabı aranmaya başlanmıştır. Sinema sektöründe niteliksel bir gelişim için 1984’ten sonra İran’a yabancı filmlerin girişi yasaklanmış, mahalli senaryolar önerilmiş, gerekli techizat üretilmiş ve özel kesimin yatırım yapması amacıyla vergi indirimine gidilmiştir. Bunların devamında ise sinema mahremiyetiyle ilgili meseleler tartışma konusu olmuştur. Ulema fıkhi sınırlar ve engeller getirmiştir. Film çekimi sırasındaki fıkhi engeller gösterimi sırasında da geçerli sayılmıştır. Bir erkek seyircinin namahrem olan kadın oyuncuyu seyretmesinin hükmü, günlük hayatta tesettürlü olan kadınların sinemada rol almaları, kadın-erkek ilişkilerinde ölçülülük ve aşk konusunun işlenmeyişi veya işleniş biçimi dış mihraklarda eleştirilere konu olmuştur. Ulemanın sınırlayıcı ve engelleyici hükümlerine bakıldığında kadın, sinemanın kusurlu yönünü temsil etmiştir. Kadın sinemada topluma sunulmak istenen kadın modelinden hareketle biçimlenmiştir. Kadının ev içinde bile başörtülü bir şekilde gösterilmesi ‘kadınlar yalnız başına olduklarında da tesettür zorunludur’ şeklindeki bir kanaati ortaya çıkarmıştır.
İran sinemasının bu sancılı sürecini Şark’ın Şiiri; İran sineması eseri detaylı bir şekilde ele almaktadır. Bunun yanısıra bu eser bizlere din adına yapılan bir devrimin yine din adına çocuklarla, gençlerle, kadınlarla, kurumlarla ve değerlerle  birlikte devrime karşı durulduğunun portresini çizmektedir. Ayrıca Aktaş’ın eserinden yola çıkarak İran sinemasına dair muazzam bir film listesi yapmak da mümkün.

KİTABIN KÜNYESİ:
düşünce dizisi / toplumbilim-sinema / 13.5 x 21 cm / 304 s.
ISBN: 978-605-326-066-0 / 16-TL

5 Ağustos 2015 Çarşamba

ÖYKÜMÜZÜN İZİNDE -ERTAN ÖRGEN




Bu eser Türk öykücülüğünün bazı tema ve isimlerine dair analizleri içermektedir. Balıkesir Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Ertan Örgen, Türk öyküsünü oluşturan taşra ve şehir hayatlarını sosyal gerçeklik ve varoluşçuluk bağlamında irdelemekte bunun yanında Türk öykücülüğüne dair değinilmemiş farklı özellikler üzerinde durmaktadır. İçindekiler kısmına baktığınızda on bir bölümden oluşan Öykümüzün İzinde eseri aslında iki çerçevede ele alınmıştır. Birinci olarak Türk Öykücülüğünün analizler incelenmiş ikinci olarak önemli üslup özelliklerine dikkat çekilmiştir. 

Ertan Örgen, Türk öykücülüğünün unutulmaz isimleri Ömer Seyfettin, Sait Faik, Kemal Tahir ve Orhan Kemal’in hayata hangi perspektiften baktıklarına dair araştırmalar yapmıştır. Bunun yanısıra  Türk öykücülüğünün tarihi serüveninde  kadın öykücülerimize de değinmiş ve  kötü yazgılı çocukların eserlerinde daha çok yer tuttuğunu gözlemlemiş, onları ortak bir payda da toplamıştır.

 Örgen bu eserinde akademik dili ustalıkla kullanmış, alıntılar ve eserler ile araştırmasını desteklemiştir. Ayrıca kitabı okuduğunuzda öykülerden oluşan bir okuma listesi oluşturabilirsiniz. Öykü kitaplarına başlamadan okumanız gereken bir araştırma...

ÇEVGEN - KÖKSAL ALVER


 


  Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olan Köksal Alver’den on dört hikayelik bir eser Çevgen... Çevgen ne demek diyenler olabilir. Çevgen;elde taşınacak incelikte değnek demektir.Eserin adına baktığımızda neydi Köksal Alver’e Çevgen dedirten diye bir merak sarar bizi.

Hikayeleri okuduğumuzda yalın diliyle ve tek satırlık cümleleriyle karşılar bizi Çevgen. Bir hikaye Alver’in kızına, bir hikaye oğluna, bir hikaye de Hafız Ahmet Çalışır’a ithaf edilmiş. Bu hikayelerde herşey doğal akışıyla ilerlerken kimi zaman bir çığlık, bir yığılma ile kriz başlayabilir ama her ne denli olursa olsun yaşamın farklı detayları ile büyüler bizi (zam)an.

Bir sinek vızıltısı, bir tatil, öğrencilerin bitmek bilmez KPSS, ALES, TUS, YGS stresleri, nefesini tüketen hayat, titrek ellerin araladığı kapılar, uykularından dehşetle uyanıp korkulu bakışları giyinen çocuklar, saklı ama bir o kadar da gizemli bir dünyayı bağrında barındıran işlemeli ceviz sandıklar, kalabalığın ruhsuz bir güruh olduğunu kabul edenler, halis niyetler, halis niyeti suistimal eden eylemler, iyi ya da kötü hayatın tüm renkleriyle Alver’in bu eserindeki hikayeler aynen böyle... Okunan bir satırda, görülen bir fotoğrafta, bir hayalde hatta hayatın en olmadık vaktinde göz kırpar bizlere hikayeler...

Uslubuyla eserini bir solukta okutan Alver, akademisyenliğini de bir kenara bırakmıyor ve Machiavelli hikayesine dipnot atarak farkını ortaya koyuyor. Her bir satırın yaşanmış olması ve bu değerli an’ların ona değneklik yapması bize kitabın isminin neden Çevgen olduğunun bir kanıtını sunuyor.

iyi okumalar