27 Kasım 2015 Cuma

GÜNDELİK YAŞAMDA AVRUPALI MÜSLÜMANLAR - NİLÜFER GÖLE




NİLÜFER GÖLE, GÜNDELİK YAŞAMDA AVRUPALI  MÜSLÜMANLAR’DA BATILI ÜLKELERDEKİ MÜSLÜMANLARIN GÜNDELİK YAŞAMINA VE BUNUN AVRUPA’DA NASIL YANSIMALARI OLDUĞUNA ODAKLANIYOR.

Sosyoloji üzerine akademik kariyer yapmış olan Nilüfer Göle’nin Mühendisler ve İdeoloji, Modern Mahrem, İslamın Kamusal Yüzleri, Melez Desenler, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı kitapları toplum bilimleri üzerine çalışanlar için dikkat çekici çabalar olarak hafızalarda kayıtlı.
Kamusal alan, çoğul moderniteler, küresel meydan hareketi ve sekülerizm konularında araştırma yapan Nilüfer Göle, yeni kitabı Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar’da batılı ülkelerdeki Müslümanların gündelik yaşamına ve bunun Avrupa’da nasıl yansımaları olduğuna odaklanıyor.  Göle bu araştırmasını 2009-2013 yılları arasında Paris Sosyal Bilimler Akademisi’nden araştırmacı ve doktora öğrencilerinden oluşan bir ekiple gerçekleştirmiş. Bu zaman zarfında Toulouse, Saraybosna, İstanbul, Londra, Cordoba, Oslo, Viyana gibi yirmi bir farklı Avrupa kentinde  “kamusal ihtilaf” haritası oluşturmuş. Bu harita doğrultusunda cami inşaatı, kutsalın mefhumu, başörtüsü, helal kesim gibi ihtilaflı konuların ortaya çıktığı alanlarda o mekâna bizzat gidip olaya karışmış veya bundan etkilenmiş kişiler ile mülakatlar yapmış ve tartışma grupları oluşturmuş. Yirmi bir Avrupa kentinde gerçekleştirilen bu çalışma dilsel farklılıklara ve ulusal özgürlüklere rağmen İslam ile ilgili olayların benzer dinamiklere sahip olduğunu gösteriyor.  

CHARLİE’DEN ÖNCE/SONRA TOPLUM İNŞASI
Charlie Hebdo olayından on beş gün önce araştırmasını bitiren Göle, eserinin önsözünde Avrupalı Müslümanların yaşadığı zorlukların anlaşılması için bazı ampirik ve kavramsal anahtarlar sunarak bu elim olayı da incelemiş, göz ardı edilemeyecek gerçekliklere ışık tutmuş. Bunun ötesinde son yirmi beş yıl içerisinde İslam kaynaklı toplumsal uyuşmazlıkların dinamiğiyle yeni bir Avrupa anlayışının ortaya çıktığına da değiniyor. Buna sebep olan faktörlerin ise; 1989’da Şeytan Ayetleri yazarı Salman Rushdie’ye karşı çıkarılan ölüm fetvası, 2004’te Submission/Teslimiyet filminin yönetmeni Hollandalı Teo Van Gogh’un suikasta kurban gitmesi, 2005’te Hz Muhammed’in karikatürlerinin bir Danimarka gazetesinde yayınlanması ve son olarak Charlie Hebdo vakasının da kamusal ihtilafların şiddetini giderek arttırdığını vurguluyor. Buna bağlı olarak geçmişe nazaran artık sorunun Müslümanların namaz kılmaları, oruç tutmaları, sünnet vs gibi ritüellerden kaynaklı olmadığını aslında en büyük sorun yaratanın mevcudiyetleri olduğuna dikkat çekiyor. Gerçekleşen bu saldırıların ise günlük yaşamda süreli kutuplaşmaya sebebiyet verdiğini ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra bu olaylara karşı bireylerin tekilliklerini ifade etme açısından yapılan yürüyüşler sayesinde farklılıklarıyla bir arada bulunanların yeni bir toplum inşa ettiğini de gözler önüne seriyor.

İSLAM ETRAFINDA YENİ DÜNYA
Göle, önsözden sonra çalışmasını yine farklı bir perspektiften incelemeye tabi tutuyor ve Avrupa’nın ortasında İslâm etrafında bilinen “yeni dünya”yı halı dokuma zanaatına benzetiyor. Hatta bunun üzerine şu örneği veriyor okura“Kamusal ihtilaflar etrafında farklı etnik kökene, farklı dini inançlara ve farklı siyasi kanaatlere sahip aktörlerin yüzleri ve sesleriyle ilmek ilmek, düğüm düğüm bir halı gibi dokunuyordu Avrupa. İşte tüm bu renkli ipliklerin düğümlerinin tekrarlanmasıyla oluşan motiflerden bir Avrupa kompozisyonu çıkıyordu ortaya.”
Kitapta “İslama “Girmek Yasak”, “Sıradan Müslümanlar”, “İhtilaflı Namaz Mekanları”, “Suskun Minareler, Şeffaf Camiler”, “Kutsal, Sanat ve Şiddet”, “Örtünme ve Aktif Azınlıklar”, “Şeriatı Ne Yapmalı?”, “Helal Yaşam Tarzları”, “Yahudi İmleci” ve sonuç bölümü “Müslümanların Avrupa Sahnesine Çıkışı” şeklinde başlıklar halinde Avrupa’daki Müslümanların yaşantısı üzerine değerlendirmeler yapılıyor.
 

İHTİLAFLI NAMAZ
Göle, kamusal alanda namazın farklı bir boyut kazandığını din ve vicdan özgürlüğü haklarının işlevini yitirdiğini ise Paris ve Almanya’da gerçekleşen iki farklı olay üzerinden anlatıyor: “Paris’te 2000’li yıllarda caminin iç mekânının yetersizliği yüzünden cemaat dışarıya taşar, her cuma namaz süresince yol trafiğe kapanır, seccadeler serilir. Bu olay Marine Le Pen tarafından “işgal” niteliği taşıdığı söylenerek gündeme taşınır. İlk etapta siyasetçilerin çoğu tarafından kınanır ve “kamusal alanın gasp edilmesi laiklik prensibiyle bağdaşmaz” denilerek sokakta namaz yasaklanır. 2007 yılında ise Almanya’da bir lise öğrencisi öğle ve ikindi namazlarını okulun koridorlarından birinin tenha bir köşesine çekilerek kılar bazen de küçük bir grup ona eşlik eder. Okul namazı yasaklar ve öğrenci bu olayı mahkemeye taşır. Dört yıllık mücadele sonunda okulun dinsel tarafsızlığın garantisi olması gerektiği vurgusuyla okulda namaz kılınması yasaklanır. Alınan kararlar kamusal alanda  –bireysel ve kolektif- farklı biçimlerde ortaya çıkan namazı yasaklamak için ibadet özgürlüğünden feragat pahasına ileri sürülmüştür. Böylece İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğü toplumsal tartışmaların merkezi haline gelir.  
Kolektif ve uzun soluklu bir araştırma olan kitap, Müslümanların Avrupa’daki varlığına dair bir umut tutanağı gibi. Medyatik, edebi veya siyasi ihtilaflar çerçevesinde Müslümanlar bu kitap aracılığıyla seslerini duyurmaya çalışmış. Ayrıca eseri detaylı bir şekilde incelediğimizde Göle, Fransız romancı Michel Houellebecq ile İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’nin nefret dolu söylemlerinin yarattığı yankıyı, Hasan el Benna’nın torunu, Avrupa’da İslam’ın savunucusu Tarık Ramazan’ın ne kadar rağbet gördüğünü ve gençlerin de mülakatlar sonucu Ramazan’ın yazılarına atıflarda bulunduğunu, Ayan Hirsi Ali’nin laik Müslümanların sesini temsil ettiğini dile getirmiş. Söylemeden geçmeyelim bu eserden yola çıkarak muazzam bir kitap listesi yapmak mümkün: Michel Houellebecq-Soumission, Orhan Pamuk-Öteki Renkler, Erving Goffman-Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, Tarık Ramazan- Avrupada Müslüman Olmak gibi… Keyifli Okumalar…

Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar
Nilüfer Göle
Metis Yayınları

(Star Gazetesi Kitap Eki 2015 yılı Kasım sayısında yayınlanmıştır.)

11 Ekim 2015 Pazar

KONSTANTİNİYYE OTELİ –LİVANELİ





Yağmurlu bir Pazar… 
Havada kana bulanmış toprak kokusu var. Akşamdan kalma zihnim ile kendimi posta kutusunun başında buluyorum. Zarflar arasında birisi ilgimi çekiyor; “Şehirlerin Kraliçesi İstanbul’da geçmişi ve günümüzü bir arada yansıtan HOTEL KONSTANTİNİYE’nin açılış davetine katılmanız bizi onurlandıracaktır.”  Tarihe ve saate bakıyorum ki açılış bugün ve sadece bir saat kalmış. Hemen hazırlanmaya başlamalı. Bir kadın için bir saat dünyayı fethetmeye yeter de artar bile…


Altın varaklı kapıları geçtikten sonra daveti organize eden Zehra’yı görüyorum. Bana doğru gelmeye başlıyor. O her zamanki iş bilir, sorun çözen, her şeye çare bulan haliyle…  Ergun Bey ile tokalaştıktan sonra bana ayrılan masaya doğru ilerliyorum. Görkemli avizelerin altında etrafa göz atarken konuk listesinin özenle hazırlandığı belli ediyor kendini. Her masa farklı bir serüveni barındırıyor, yanlarından geçerken konuşmalar bir bir gülümsetiyor. O sırada parlak mor ceketli, saçları jöleli yakışıklı sunucu, aşırı özenli Ankara Devlet Tiyatrosu telaffuzu ve bariton sesiyle, “Hanımefendiler, beyefendiler hoş geldiiiniiizz, sefalar getirdiniiiizzzz” diyor ve Elmas Hanım’ı sahneye davet ediyor. Elmas Hanım her zamanki gibi endamlı duruşuyla sahneye geliyor ve yine özentiliğinden İngilizce konuşacağım derken "Süleyman the law maker" diyeceğine "Süleyman the love maker" diyerek kendine güldürmeyi başarıyor. Sahneden inince Zehra ve Elmas Hanım arasındaki gerginliği hissedince hemen peşlerinden odaya gidiyorum bende. O sırada Elmas Hanım Zehra’ya aile sırlarını anlatmaya başlıyor. Kendisinin hemşirelik okulunu bitirdikten sonra Ergun Bey’in babası İsmail Bey’e bakması için kendisini tuttuklarını söylüyor. Meğer bu zaman zarfında biriken anılar, hoş sohbetler derken İsmail Bey evlenmelerini tavsiye etmiş ve hikayeleri böyle başlamış. Zehra ve Elmas Hanım’ı odada bırakıp salona iniyorum. Bir masanın yanında geçerken yaşlı bir beyefendinin garsona “Oğlum, madem bu işi yapıyorsun işi öğren, merlot diye bir şey yok onun adı merlo, merlo” dediğini duyup gülüp geçiyorum. Ali İhsan Bey’in sesini duyunca onun olduğu masaya doğru ilerliyorum. Kendisi bu topraklarda niçin büyük beyinlerin yetişmediğinin derdini çekerken Sefarad Yahudilerini ve aşkenazları karşılaştırıyor. Bir anda aynı masada oturan Mükerrem Bey rahatsızlanıp kalkıyor. Mükerrem Bey orduya denizaltı, tank gibi birçok şey satan bir iş adamı. Eşi Mahinur Hanım’ın ise hikayesi bakışlarındaki kırışıklıklardan okunuyor.  O sırada dalgın dalgın etrafı seyrederken salona Livaneli’nin girdiğini görüyorum ama o kadar insanın arasında bir anda gözden kaybediyorum. Dvorak’ın yeni dünya senfonisi eşliğinde masama doğru ilerliyorum. Birden masamda Livaneli’yi görünce selam verip oturuyorum. İşte o an başlıyor benim için açılış. Anthony Tropella’nın romanları, 2014’te ki kadın cinayetleri, iş kazalarında tershanelerde ölen işçiler, Marlowe’, Şostakoviç müziğinden konuşurken ilerliyor zaman ve ben kimi zaman şaşkın, kimi zaman hüsran, kimi zaman ise kahkahalar eşliğinde sıkılmadan açılıştan ayrılıyorum.


Doğan Kitap bünyesinde çıkan Konstantiniyye Oteli, okudukça içine çeken, her karakterinin düşüncelerinde ilham veren, bütünleştiren, içselleştiren, kıskandıran, ara sıra gülümseten, ara sıra sızlatan, düşüncelerin evreninde İstanbul’un büyüsünü ve ölümün pençesine düşmüş insanların, hem en iyi hem en kötü hallerimizde bizi yaratıcı ve becerikli kılan şeyin yani hüsranın, mütemadiyen sorgulama durumunda kalınılan sevginin portresini okuyucuya taşımaktadır. 

10 Eylül 2015 Perşembe

AŞILMIŞ DUVARLAR - ÜNSAL ÜNLÜ


Modernle gelen insanın içerisinde bunalanlar, uzak ve bilinmez coğrafyaların hayal mütercimleri, katılaşan kalpte sabahların kadrini bilmeyenler, zihinlerde büyüyen kar, imlalarda boğulmaya yüz tutan dengeler deneme, öykü, roman harici hem sitemkar hem alaycı hem de kırılgan bir şekilde kendilerini nerede barındırabilir… Şiir dediğinizi duyar gibiyim…

Okur Kitaplığı bünyesinde çıkan Aşılmış Duvarlar, hayatı simgeleyen Tünel şiiri ile karşılar ve karanlıkta görülen bir ışık timsali birbirine bağlantılı şiir mefkuresi ile sizleri ağırlamaya devam eder; Rüzgarla Gelen, Onmaz Meseller Firarisi, Büyü Bozuldu, Saklambaç, Zaman Aşırı, Onlarsız Düşlüyoruz Dünyayı… Bu süreçte sözcüklerin gizemi aralandıkça yeni satırla yelken açacak ve özgürlüğün tadını almaya başlayacaksınız. Kimi zamanda bir şiirin yükünü sırtlanmış kaderiyle kederleneceksiniz.
Ünsal Ünlü’nün dış alemi içselleştirerek oluşturduğu zihinsel tasarımı, imgeler dışında kendi anlayış tarzını yansıtması, yaşadığı olumsuzluklara rağmen kendi sesini şiirle satırlara nakşetmesi farkını ortaya koymaktadır. Bunların yanı sıra dünyasında kendini yabancı hisseden varlığı ne var ol(a)mayacak olan geçmişle ne de henüz zamanı gelmemiş gelecek ile temellendiren günümüz insanının yine dünyaya ve an’a sarılmasını ustalıkla şiirlerine işlemiştir. Ayrıca yazarımız şiirlerinde insani bir duruşu resmeder. Gerçeklere ne kadar göz yumduğumuzun ve bu göz yummanın kapatamadıklarına çözüm arayanların olmadığını ve nasıl çaresiz kaldığımızı dizelerine yansıtır. Bu nedenle yazarımızın şiirleri zamanın hikayesine bir sesleniştir.
An Farkıyla
Hayatta An Fakıyla kaçırdıklarımıza da son şiiriyle değinen Ünlü’den sızlanmaların, vazgeçilmezliğin sırrını öğreneceğiz. Ne de olsa an, geçmişin birikimi yarının yatırımıdır. Geçmiş ve gelecek arasında bir zihin harmanlayıcısıdır. Ölüm, korku, ihanet, mutluluk, ürperti, heyecan, ayrılık: bu duygularla donanan yaşama karşılık (zam)an algımızdaki parçalanmışlığı yine yaşamımızdaki parçalanmışlıkla (an) gidermeye çalışıyoruz. Ünlü, günümüzde dile pelesenk olmuş an kavramının içerisini doldurarak an’ı yaşamanın bedelinin aslında ne olduğunu insanın kalbinde okunacak benlere yorar ve son satırlarıyla kitabını şu şekilde bitirir;


Hadi uyan artık
An’ın farkında olmasan da olur
Kokuyor toprak
Tutup seni yağmurlara
Seni yıkanmış rüzgarlara
Uyusundan henüz uyanmış kadınlara
İsmini hep susacaklara anlatacağım

An farkıyla dünyayı gezdiriyorum başımda

Aşklar sayısız çırpınışlarla biter
Sonra kalem bir kere yazar
Ve susar an farkıyla 

9 Eylül 2015 Çarşamba

LÜTFİ PARLAK - DELİ DUMRUL



(09/09/2015'te Yeni Şafak Kitap Ekinde yayınlanmıştır.) 

Tarihin farklı döneminde yaşanmış olayları, kahramanları ve onları kuşatan maceraları bizlere kendi üslubuyla aktaran Lütfi Parlak’ın tarihi romanları “Behramoğlu Balak”, “Yemen”, “Genç Osman” ve “Sudan Gelen” e bir yenisi daha eklendi. Bu sefer Lütfi Parlak çizgi filmleriyle büyüdüğümüz, farklı farklı kitaplarda defalarca okuduğumuz bazı geceler masal olarak dinlediğimiz Dede Korkut hikâyelerinden “Deli Dumrul” ile karşımıza çıkıyor.

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin bilinen en eski hikâyeleridir. On iki destansı hikâyeden oluşan Dede Korkut, tarih boyunca dilden dile aktarılan sözlü geleneğin bir parçasıdır. Deli Dumrul ise Dede Korkut hikâyelerinden beşincisini oluşturmaktadır. Elbette bu hikâyeyi biliyoruz diyerek anlatmaya başlayacaksınız.

“Duha Koca oğlu Deli Dumrul adında bir er varmış. Kuru çayın üzerine köprü yaptırmış. Her geçenden otuz akçe geçmeyenden kırk akçe alırmış. Bir gün bu köprünün orada bir yiğit ölmüş ve etrafındakilerin feryatları üzerine Deli Dumrul orada bitivermiş. Yiğidin ölmesi yüzünden Azrail’e kızmış ve meydan okumuş…”

Hikâye böyle devam eder, eder de Lütfi Parlak’ın bu eserinde karakterleri canlandırmadaki titizliği, zaman ve mekan konusundaki doğruya yakın anlatımı ve olayları detaylandırmadaki titizliği okuyucuyu daha çok kitabın içerisine çeker. Duha Koca’nın duası, Deli Dumrul’un beşik kertmesini bulmak için elinden geleni ardına koymaması, kayınbiraderi ile dövüşmek zorunda kalması… Tüm bu detaylar Parlak’ın ustalığını konuşturuyor. Olayların geçtiği zaman, coğrafi özellikler, soysa-kültürel yapı, topluma hakim olan inanç sistemi gibi tarihsel zenginliklerin derin bir araştırma sonucunda farklı bir perspektiften nakledilmesi eserin içeriğini zenginleştiriyor. Ayrıca, tarihi hikayenin üzerinde çok fazla değişiklik yapılmadan bizlere sunulmuş olması elimizdeki metinlerin değerini bir kat daha arttırıyor. Ne de olsa başarılı bir tarihi roman, gerçeği buğulandırmadan yansıtandır.

Dede Korkut hikâyeleri ne kadar dağdan usul usul akan ırmak gibi gözükse de ırmağın görünmeyeninde, ortaya çıkmayı bekleyen bir derya yatıyor. Toplumsal açıdan önemli unsurların taşıyıcısı olan Dede Korkut metinleri, yazar tarafından etkileyici bir anlatımla romanın içerisinde tekrar yer buluyor. Ayrıca, bu destansı hikaye, unutulmaya yüz tutmuş kimi atasözlerinin (“Ecel vakti ermeyince can çıkmaz”, “derdi çeken bilir ağuyu içen bilir”, “kar ne kadar çok yağarsa yaza kalmaz”, “gözün kimi tutarsa gönlün kimi severse”, “canı yerine can olsun onun canı can olsun” gibi…) hafızalarımızda tekrar yer etmesine imkan buluyor.

Öyle sanıyorum ki tarihi dönemler içinde toplumsal yapıyı oluşturan aile, ahlaki değerler, kültürel yaşam ve bireylere yüklenen rollere dair sunulan motiflerle Deli Dumrul, keyifle okuyacağınız bir roman olacak.

Keyifli Okumalar.



6 Eylül 2015 Pazar

DÜCANE CÜNDİOĞLU - CENAB-I AŞK



Yazar Hakkında: 21 Ocak 1962’de İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. 2 Nisan 1980’de başladığı yazı hayatına çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yayımlamak suretiyle devam etti. 1981’de Kur’an ilimlerini temel uğraşı olarak seçti. Yorumbilim’in (İlm-i Tefsir) yanı sıra uzun yıllar Tarih, Dilbilim (İlm-i Belagat), Düşüncebilim (İlm-i Mantık) ve Felsefe dersleri verdi. Cündioğlu geleneksel ilimlere hayatiyet kazandırmak gayesiyle klasik mantık, psikoloji, kelam ve felsefe metinlerinin neşir ve hazırlıklarıyla meşgul olmaktadır. Birkaç eseri; “Düşünce Düşlenir”, “Âkif’e Dair”, “Bir Mabed Bekçisi”, “Bir Mabed İşçisi”, “Daire’ye Dair”, “Ölümün Dört Rengi”, “Göz İzi”, “Hakikat ve Hurafe”


Varlığa Gelen Her Âdem’in Varlığa Getirene İhtiyacı Vardır…
Dücane Cündioğlu  varlığımızı sürdürebilmek için O'na muhtaç olduğumuzu bir kez daha hatırlatma amaçlı "O" varlığı  Cenab-ı Aşk kitabında ele almaktadır. Her şeyin yaratıcısı Allah ile hemhal olabilmenin tadını satırlarında anlatır. O’nunla olmayı marifet bilmek, aşk için ve dahi aşk adına bela yağmurlarına başı tutmak, seve isteye ateş denizlerine, azgın ateş dalgalarında kavrularak varlığa adım atılmalı Aşk’la bir olarak Hiç’te buluşmalı. Dücane Cündioğlu İlahi Aşk’a ulaşabilmek için, madde âleminin perdelerini örtüp mana âleminin perdelerini aralamalı ve perdesinden bütün perdelerin yırtılacağı o muhteşem vuslat anına kavuşmanın tadındaki beklentiyi dile getirmiştir. Kitap o kadar samimi dil ile yazılmış ki bunu bir masal ile özetlemek mümkün;
"Bir varmış başka da bir şey yokmuş. Çöle kıyısı olan kentlerin birinde tasvirini yapmakta zorlandığımız, kavramlara şey diyerek basitleştirdiğimiz zamanın birinde an diyemem çünkü an bir değil sonsuza parçalanan deryadır. Gözleri derin bakan bilgiyi asıl gerçekte sanan güzel bir prenses varmış. Dünya gözü görene güzel ararda dururmuş aslın bilgisini yine bir gün zümrüt saraydan çıkmış. Tabiattan medet umarken bir dervişle karşılaşmış. Derviş kurda kuşa pay eder azığını ağaca söz edermiş. Prenses bu hali görünce düşünmüş bir daha aklın ne kadar gerek duyulan bir şey olduğuna, mecnun gibi dolaşan derviş durmuş ve gözlerini dikmiş güzele, zanneyleme benim halim dünya halidir benim sözüm dünya kelamı ben sarhoşum lakin benim şarabım dökülmez dünyaya. Bu sarhoşluk birliktir, evveli yok hiçliktir. Zinhar akıl ermez buna yol gitmez buna. Prenses duyunca bunları sözler sanki kalbine akar olmuş bir derviş nasıl da allak bullak etmiştir o çok güvendiği Karun zihnini. Derviş dönmüş sırtını ve gitmiş gelmekte olmadığı gitmesi gerekmeyen fakat görülmesi gereken mekânına. Prenses artık düşmüştür dervişin uçsuz gözlerine. Ardın sıra gider lakin derviş sudur, elle tutulmaz akıl almaz halleri. Çünkü hali kendisine haldir başkasına delilik. Prenses dur der; 
-Nasıl olur bu hal?
 -Hiçlikle olur.
 -Peki, nasıl hiç olunur?
-Birlikle hiç olunur.
-Peki, nasıl bir olunur?
-Aşkla olunur.
-Peki, nasıl aşk olunur?
-Sarhoşlukla olunur.
-Peki, nasıl sarhoş olunur?
-Sarhoş olmak mey ile olur lakin mey Sevgilinin (Allah’ın) meyi olmalıdır der. Prenses artık aklın kar etmediğini anlar ve düşer derviş ardına. İkisi birlikte düşer yola yolları birbirinden ayrı şarapları farklı aşkları farklı. Lakin Hiç’likleri bir…"
Cenab’a kapıları aralayarak ulaşmanın, kâinata verdiği ışığın peşine düşerek bulmanın, şırıl şırıl akan göz yaşında akmanın, pes etmeden sevgiyle hayata anlam katarak o kapıyı açan anahtarı bulmanın sırrını Cündioğlu'nun eserinde dile getirmektedir. Akıl ile de Cenab’a ulaşmanın imkansızlığına vurgu yapan Cündioğlu bunun ancak aşk ile olacağına değinmektedir. Mevla’nın ve şems aşkının akla sığmadığı gibi, uyurken uyanık kalmak gibi, yüksekteyken alçalmayı becerebilmek  ve ötelerde beynin kıvrımlarını kemiren düşüncenin peşine düşmek gibi…


Tadımlık;
“Olmak, ölmektir; ölmek özgürleşmektir!” Özgürleşebilmek için ölmemiz; mevt-i hakiki ile ölebilmemiz içinse olmamız gerek. Nasıl olabilir, nasıl ölebiliriz? Düşünmeli, ölmeden evvel ölmenin nasıl mümkün olabileceğini. “Ölmeden evvel ölünüz!” hitabının sırrını aralamaya/anlamaya çalışmalı. Başlar yücelere, ötelere çevrilmeli, ötelerin ötesi idrak etmek için çaba sarfetmeli, fakat yanılıp öteleri ötelerde/uzaklarda aramamalı. “Ben seni uzaklarda arıyorken, sen benim kendi evimde idin” deyu nedamet getirmemeli. 


5 Eylül 2015 Cumartesi

HİLMİ UÇAN - TEREDDÜT VE TEFEKKÜR "Edebiyat dünyasında din ve ahlak algısı"


Hilmi Uçan’ın İz Yayıncılıktan çıkmış olan Tereddüt ve Tefekkür isimli, edebiyat dünyasında din ve ahlak algısı notuyla yayınlanmış eseri okuyucu ile buluştu. Edebiyat üzerine akademik kariyer yapmış olan yazarın 2010 yılında yayınlanmış Batı Şiiri ve Tevfik Fikret eseri eleştirel bir çözümleme olarak beğeni sınırlarını aşmışken Tereddüt ve Tefekkür eseri ile eleştiri, fikir, edebiyat çözümlemelerini hassas bir sahaya taşıyor. Uçan bu eserinde batı etkisinden başlayıp Cumhuriyet döneminin yakın bir zamanına kadar edebiyatçıların din ve ahlak algısı üzerine adeta eski kilimlere sopa vurduğunu dile getiriyor. Buna ilaveten hem dimağların kiri havalanırken hem de değeri artan isimler üzerinden fikir süngeri de geçiyor. Okuyucu için ise edebiyat penceresinden din bahçesine dikkat çekiyor.
Uçan’ın akademik kariyerine Eğitim Fakültesinde öğretim üyesi olarak devam etmesinin izlerini bu eserde görmek mümkün. Bunun yanında eleştiri, çeviri, çözümleme ve kuram konusunda oldukça birikimli olmasının getirdiği sonuçlar yanında göstergebilim yazarı olarak ustalığı da dikkat çekiyor.
HIRİSTİYANCA BİR SORGULAMAYA KARŞI…
Bir araştırma yerine kişisel yargılarını da eklediği kitap batı medeniyetinin yükseliş öyküsünde yer alan din algısı ile başlıyor. Protestanlık ve Kalvinizmin insan doğasına yönelik değişimlere kapı aralaması, kapitalizme geçit törenlerini düzenlemesi tamamen kendine has, bütüncül bir bakış olarak okuyucuya sesleniyor.
Hepimiz dinde reform adına birşeyler söylemişizdir. Biz ‘yeni’ İslam adına gelişen fikirlerin kaynaklarında batının yeni din algısının etkilerini yaşarken, acaba daha iyi ve daha doğru bu mudur diye kafa yorarken Hilmi Uçan, harikulade örneklerle Hıristiyan dünyasının felsefesine nasıl düştüğümüzü, kanatları Hıristiyan, motoru kapitalist, tereddüt içinde kaptanlar ile bir uçuşta olduğumuz koca zamanları, ömürleri, bir çağı yazıyor. Uçan, Tereddüt ve Tefekkür ile yükseliş mi?, çöküş mü? Bu ikisi arasındaki bütüncül resimleri verip, sitem ile çözüm arasında sağlam köprüler kuruyor.
FARKEDİLEMEYEN FARKLAR…
İslam uygarlığı ve Batı uygarlığının doğa karşısında büyük farkı. Birinde uyum diğerinde egemen olma. Bu küçük farkın dev sonuçları… Hıristiyan uygarlığında uçuruma dönüşen bir tereddüt ile klasik metinlere dönüşün yeniden tanzimi. Protestanlığın Batıda iş hayatına nasıl hükmettiğini şaşırtıcı bağlantılarla anlatan yazar, yeni bir insan anlayışı olarak salt aşktan iş aşkına indirgenen bir değişimi anlatıyor. Kapitalizmin, Hümanizmin, Protestanlığın ise kol kola batı medeniyetini nasıl inşa ettiğini, engel olduğu düşünülen dinin nerdeyse kapitalizm diye ekonomik bir mezhebe dönüş hikâyesine tanık oluyorsunuz. Hatta rasyonel çalışma hayatının, iş ahlakının, disiplinin, hırsın, metodik çalışmanın bir ibadet olduğunu, bir Hıristiyan için tüm ibadetlerden öncelikli ve yegâne amacın para kazanmak olduğunu okuyunca şaşıracak kitabın başlığına geri dönüşler yapacaksınız;Edebiyat dünyasında din ve ahlak algısı…  Kitabın ilk sayfalarında böyle bir giriş ile batı dünyasının bir resmi çiziliyor. Buna bağlı olarak hedef vurucu kalemleriyle yazarlardan, fikir adamlarından ‘kapitalizm dine yeni bir yorum getirdi’ diyenler doğmuştur. Ancak biz neden aynı düşünceyi kopyaladık. İslam da böyle miydi? sorusu ile şok edici bir sonuca değiniyor.
FİKİR DÜNYAMIZA IŞIK TUTANLAR
Uçan eserinde, edebiyatçıların, kopyalama adı altında yeni Müslümanlık anlayışlarıyla gelişen akımlara itirazlarını ve tereddütlerini de işliyor. Dinde reform adı altında gelişen anlayışların nasıl deforme olacağına dair de notlar veriyor.
Uçan edebiyatçıların görüşlerine değinirken Necip Fazıl’ın akıl ve olguculuğun, Sezai Karakoç’un Müslüman dünyasına ışık tutan tefekkürlerinin, Rasim Özdenören’in tevbeye bakış açısının, ömrünü insanın içinde gül aramakla geçiren Nuri Pakdil’in ‘ıtır gibi kokardı Sevr mağarasında zikir’ başlığının üzerine harikulade tespitlerini konuşturuyor. Bu eser ile piyasa, siyaset, mülkiyet kirlenmesine karşı gül suyu dökmeye çalışanlar, çıkıp fikrin harbine tutuşanlar olacağı kanısındayım. Fakat devam eden büyük tereddütler ile bu tereddütlere cevap olarak sunulmuş, bazen de duvar olmuş fikirler edebiyat dünyasında yankı bulacak ve okuyucu yazarın bu eseri sorumluluk bilinciyle kaleme aldığını, yazının sancısını anlayacak buna mukabil sağlam bir teşekkür yazısı ile Uçan’a karşılık verecektir.
BİR KEZ DAHA OKUTAN BİR TEFEKKÜR…
Okuduğunuz sayfalara geri dönmek isteyebilirsiniz. Geri dönme isteğinizin sebebi eserin karmaşık olmasından değil, tefekkür gerektirdiğindendir. Öyle şüphelere düşersiniz ki iç dünyanızda defalarca kendi ateşini söndürmüş ömrünüz bir tefekkür cümlesi ile yerle bir olur. Hem bilgi hem kalp çalıştığında öyle kolayca geçilmez kelimeler. Uçan’ın örneklerinin her birinin delilini şüpheye yer vermeyecek şekilde kaynaklara atfetmesi eserini kuvvetlendiriyor. Bu sayede eser merakla ve zorlanmadan sahip olduğu derinlikle birlikte bizlere sunuluyor. Bu nedenle tavsiye edilen eserler arasında öncelik kazanacak ve hayatınıza tesir edecektir.

DURKHEİM - SOSYOLOJİK YÖNTEMİN KURALLARI


Toplumsal gerçeklik en eski çağlardan beri birçok düşünürün ilgisini çekmiştir. Ama bu gerçekliği bilim gözüyle inceleme düşüncesine Rönesans’tan sonra başlanmıştır. O zamandan beri gelişen bu düşünce Durkheim gibi sosyologların yardımıyla tam anlamıyla gerçekleştirmiştir. Durkheim'dan önce hiçbir sosyolog toplumsal olayların niteliklerini, sosyolojinin yöntemini onun kadar açık seçik olarak belirlememiştir. Durkheim sosyolojinin konu ve yöntemini 1895 yılında yayımladığı Sosyolojik Yöntemin Kuralları adlı yapıtıyla ortaya koymuştur. Bu yapıtında sosyolojinin yöntemini altı başlık altında incelemiştir.
I.             Toplumsal olay nedir?
II.           Toplumsal olayların gözlemiyle ilgili kurallar.
III.          Normal ve patolojiğin ayrılmasıyla ilgili kurallar.
IV.         Toplumsal tiplerin kurulmasıyla ilgili kurallar.
V.           Toplumsal olayların açıklanmasıyla ilgili kurallar.
VI.         Tanıtlarla ilgili kurallar.

I.             Toplumsal olay nedir?: Sosyolojinin konusunu toplumsal olaylar oluşturmaktadır. Toplumsal olayın ne olduğunu anlayabilmek için ise onu diğer olaylardan ayıran özelliklerinin üzerinde durulması gerekmektedir. İkili bir ayrıma gidecek olursak toplumsal olay bilinçlerin dışındadır ve kendilerinin bize zorla kabul ettirirler. Daha açık bir ifade ile toplumsal olay dışlık ve baskı ilkesi çerçevesindedir. Örneğin aile içerisindeki görevleri yaptığımızda kendimizin dışında gelişen ödevleri de yerine getirmiş oluruz. Bu ödevler duygulara yenik düşülse bile yine de nesneldirler. Çünkü bunlar içimizde doğmuş bilgiler değil eğitim yoluyla dışarıdan öğrendiğimiz bilgilerdir. Bu nedenle düşünme, davranma biçimleri bireylerin bilinçleri dışında bulunma ve kendilerini bireylere zorla kabul ettirme niteliklerini taşımaktadır. Bireylerin bilinçleri dışında oldukları için psikolojiye dahil edilemez. İşte psikoloji ve fizyoloji zümresine dahil edilemeyen olaylar zümresine Durkheim “toplumsal olay” adını verir.
II.           Toplumsal olayın gözlemiyle ilgili kurallar: Toplumsal olayın ne olup ne olması gerektiğine değindikten sonra bu toplumsal olayın nasıl ele alınması gerektiğinin üzerinde durulmaktadır. Günlük hayattaki olaylar veya bilime konu olan olaylar hakkında zihnimizde birtakım fikirler vardır. Tüm bunların hepsi birer nesne gibi ele alınmalıdır. Toplumsal olayların birer nesne gibi incelemek sadece zihinlere yerleştirilmesi yeterli değildir.
III.         Normal ve Patolojiğin ayrılmasıyla ilgili kurallar: İlk iki kural dahilinde toplumsal olguların patolojik mi yoksa normal olgular mı olduğunu inceleyeceğiz. Bundan önce normal ve patolojik olayın bir tanımını yapmak gereklidir. Bu nedenle bu tanımı yapmadan zihnimizden önsel fikirleri atmalı ve yerine dış niteliklere bağlı bir tanımı getirmeliyiz. Sosyal olgular iki türlü görünmektedir. Bir kısmı toplumdaki bireylerin hepsinde görünürken diğer bir kısmı sınırlı bir kısımda görünmektedir. Biz de genelde bulunan olgulara normal, sınırlı, istisna olanlara patolojik diyeceğiz.
IV.         Toplumsal tiplerin kurulmasıyla ilgili kurallar: Toplumsal türleri kurmak için ilk olarak toplumların doğru birer monografilerini yapmak gereklidir. Bunu yaptıktan sonra birbirleri ile karşılaştırarak benzer olanları belirli gruplara ayırmak gereklidir. Sosyoloji de toplumsal türlerin sınıflandırmasında toplum türlerini incelemeden ziyade sınırlı ama temel nitelikleri araştırılmalıdır.
V.           Toplumsal olguların açıklanmasıyla ilgili kurallar: İlk olarak toplumsal bir olayın belirleyici nedeni, bireysel bilinç hallerinde değil, kendinden önceki toplumsal olaylarda aranmalıdır. Bunun yanında önem taşıyan bir toplumsal sürecin ilk kökeni iç toplumsal çevrenin yapısında aranmalıdır. 
VI.         Tanıtlarla ilgili kurallar: Toplumsal bir olayın nedenini yine bir toplumsal olayda arayacağız. Bu iki toplumsal olayın ise arasında ilişki kurarken ya da dolaylı deneme ya da karşılaştırma yöntemini kullanmak zorunludur. Sosyoloji olgularında deneyleme yöntemini kullanmak olanaklı değildir. Öyleyse karşılaştırma yöntemine başvurmamız gereklidir. Karşılaştırma yönteminin ise dört kuralı bulunmaktadır. Bunlar; uygunluk, değişim, tortular yöntemi ve birlikte değişim. Biz sosyolojide karşılaştırma yönteminin birlikte değişim basamağını kullanmaktayız. Bunun nedeni ise; nedensel ilişkisini içeriden yakalar, karşılaştırılan olguların çok sayıda olması gerekir ve ne eksik ne de yüzeyden ilişkiler kurulmasına zorlar.


Sonuç olarak Durkheim’dan önce de birçok filozof bu fikirleri öne sürmüşlerdi ama bu kuralları bir türlü topluma uygulayamamışlardı. Sosyolojinin konusunu açıkça belirlemek, yöntemin kurallarını sistemli olarak ileri süren ve topluma uygulayan ilk Durkheim olmuştur.
Sosyolojiye ilginiz varsa mutlaka okumalısınız.

18 Ağustos 2015 Salı

ŞARK'IN ŞİİRİ İRAN SİNEMASI - CİHAN AKTAŞ



Sinema, toplumda yaşanan değişmeleri, beklentileri yani toplumsal dinamiği, "sanatsal gerçekliği" içinde yansıtır ve kültürel temsilleri kullanılır. Ayrıca sinema, kitle iletişim araçları içerisinde en yaygın olan, okuma yazması olmayan kimselere bile kolayca hitap edebilen, kolay anlaşılabilen hareketli resim, söz, yazı ve müzikle oluşmuş bir anlatım olanağına sahiptir. Toplumun tüm şartlarından etkilenen, onu şekillendiren, yeri geldiğinde yücelten yeri geldiğinde sürüleştirip tek tip insan yaratma amacına hizmet eden sinema, İslam Devrim’inden sonra modernizmin değerlerine ve Batı’nın kültürel hücumuna karşı değerler üretmek için İran’da yeni bir başlangıcın simgesi  olmuştur. Aşkı, acıyı ve mutluluğu abartısız işleyerek yankı bulan İran Sineması günümüzde hepimizin gözdesi haline gelmiştir. İran sinemasının gelişim tarihi incelendiğinde din-devlet-ideoloji üçlüsü ile karşılaşılacaktır. İran sineması bu sancılı sürecin içerisinde evrilmiş, gelişim gösterilmiştir. Bu bağlamda Cihan Aktaş’ın Şark’ın Şiiri;İran Sineması eseri: İslamiyet hayatın bütün alanlarını kapsıyor ise dini sinemadan söz etmek mümkün müdür? Kadının sinemadaki varlığı, mahremiyet açısından nasıl değerlendirilmeli? Modern bir çağda İslami bir yaşantı sürdürmenin yollarını arayan bir insanın hayatında tasvirin yeri ne olmalıdır? gibi sinema-din ilişkisine dair  cevaplanmamış soruların cevabını bulabileceğiniz bir çalışmadır.
İz yayıncılık’tan çıkan, Aktaş’ın inceleme-araştırma dizine ait Şark’ın Şiiri; İran Sineması eserinin yeni ve gözden geçirilmiş baskısı okurlarla buluştu. İran sinemasının tarihsel süreci de göz önüne alınarak kaleme alınan bu eser beş ana bölümden oluşmakta; 1979 Devrimi’ne Kadar İran Sineması, Devrim’den Sonra İran Sineması, Yeni Bir Sinema Arayışı, Sinema ve Kadın, İran Sinemasının Arkaplanı...
Aktaş kitabına Şark’ın Şiiri; İran Sineması ismini vermesini bir röportajında şu şekilde dile getiriyor; “Çok daha derin sebeplerden, derin kültürden söz etmek gerekir her şeyden önce. Bu nedenle de İran sinemasıyla ilgili kitabıma "Şark'ın Şiiri' ismini verdim. Sıradan olandaki mucizeye yönelen hassas bir bakışı var İranlı yönetmenlerin. Yani Hafız kütüphanede rafta kitabı bulunan bir şair değil de bindiğiniz taksinin şöförünün dilinden mısralarını dinlediğiniz yaşayan bir şair.” Cihan Aktaş’ın da dediği gibi bizi derin duygularıyla etkileyen İran sineması, modern dünyada dini değerlerin belirlediği bir düzen tecrübesini yaşama olanağı bulmuş ve sanatçılara kendilerini ifade edebilecekleri bir konum haline gelmiştir. İlk dönemlerde müslümanlar sinemaya mesafeli durmuş hatta sinemayla uğraşmayı haram kabul etmişlerdir. Bu nedenle sinema gayrimüslim İranlılar tarafından rağbet görmüştür. İran’da ilk sinema salonu Mirza İbrahim Sahafbaşı tarafından açılmış kısa bir süre sonra Şeyh Fazlullah Nuri’nin dinsizlik olarak ithaf etmesi üzerine kapatılmıştır. İkinci sinema salonu ise Rus asıllı Rusi Han tarafından açılmıştır. Erdeşir Han ile de salonların sayısı artmıştır. Erdeşir Han sinema salonlarında iki yeniliğe imza atmış ve ilk olarak açık hava sinemalarını hayata geçirmiş daha sonra ilk sinema dergisi Sinema ve Gösteriler için yayın hakkı talebinde bulunmuştur. Sinemalarda Amerikan filmlerinin gösterime girmesiyle birlikte Amerikan hayranlığı bir kesimde biçimlenmeye başlamıştır. Giyim-kuşam, yaşam tarzları bu kesime model teşkil etmiştir. Filmlerde artistlerin giydikleri kıyafetler ve kullandıkları eşyalar reklam panolarında yerini alarak bu tür  sinemasal imgeler zamanla insanların tüketim alışkanlıklarını belirleyici unsur olmuştur. Yabancı filmlerin rekabeti karşısında bir çözüm arayan yapımcılar ise efsaneleri, destanları konu alan filmlere yönelmeye başlamıştır. Buna en iyi örnek  üç yüz kırk beş gün gösterimde kalan Muhammed Ali Ferdi’nin başrolde oynadığı Genc-i Karun'dur (Karun’un Hazinesi). İran sinemasının faaliyete geçmesi Ali Şeriati’nin ‘İslami gençliğin duygu ve düşüncelerini sanatsal yolları ifadesi’ yönündeki çağrıları ile yankı bulmuştur. Bununla birlikte Farabi Sinema Enstitüsü kurulmuş ve ‘Nasıl bir sinema?’ sorusunun cevabı aranmaya başlanmıştır. Sinema sektöründe niteliksel bir gelişim için 1984’ten sonra İran’a yabancı filmlerin girişi yasaklanmış, mahalli senaryolar önerilmiş, gerekli techizat üretilmiş ve özel kesimin yatırım yapması amacıyla vergi indirimine gidilmiştir. Bunların devamında ise sinema mahremiyetiyle ilgili meseleler tartışma konusu olmuştur. Ulema fıkhi sınırlar ve engeller getirmiştir. Film çekimi sırasındaki fıkhi engeller gösterimi sırasında da geçerli sayılmıştır. Bir erkek seyircinin namahrem olan kadın oyuncuyu seyretmesinin hükmü, günlük hayatta tesettürlü olan kadınların sinemada rol almaları, kadın-erkek ilişkilerinde ölçülülük ve aşk konusunun işlenmeyişi veya işleniş biçimi dış mihraklarda eleştirilere konu olmuştur. Ulemanın sınırlayıcı ve engelleyici hükümlerine bakıldığında kadın, sinemanın kusurlu yönünü temsil etmiştir. Kadın sinemada topluma sunulmak istenen kadın modelinden hareketle biçimlenmiştir. Kadının ev içinde bile başörtülü bir şekilde gösterilmesi ‘kadınlar yalnız başına olduklarında da tesettür zorunludur’ şeklindeki bir kanaati ortaya çıkarmıştır.
İran sinemasının bu sancılı sürecini Şark’ın Şiiri; İran sineması eseri detaylı bir şekilde ele almaktadır. Bunun yanısıra bu eser bizlere din adına yapılan bir devrimin yine din adına çocuklarla, gençlerle, kadınlarla, kurumlarla ve değerlerle  birlikte devrime karşı durulduğunun portresini çizmektedir. Ayrıca Aktaş’ın eserinden yola çıkarak İran sinemasına dair muazzam bir film listesi yapmak da mümkün.

KİTABIN KÜNYESİ:
düşünce dizisi / toplumbilim-sinema / 13.5 x 21 cm / 304 s.
ISBN: 978-605-326-066-0 / 16-TL

5 Ağustos 2015 Çarşamba

ÖYKÜMÜZÜN İZİNDE -ERTAN ÖRGEN




Bu eser Türk öykücülüğünün bazı tema ve isimlerine dair analizleri içermektedir. Balıkesir Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Ertan Örgen, Türk öyküsünü oluşturan taşra ve şehir hayatlarını sosyal gerçeklik ve varoluşçuluk bağlamında irdelemekte bunun yanında Türk öykücülüğüne dair değinilmemiş farklı özellikler üzerinde durmaktadır. İçindekiler kısmına baktığınızda on bir bölümden oluşan Öykümüzün İzinde eseri aslında iki çerçevede ele alınmıştır. Birinci olarak Türk Öykücülüğünün analizler incelenmiş ikinci olarak önemli üslup özelliklerine dikkat çekilmiştir. 

Ertan Örgen, Türk öykücülüğünün unutulmaz isimleri Ömer Seyfettin, Sait Faik, Kemal Tahir ve Orhan Kemal’in hayata hangi perspektiften baktıklarına dair araştırmalar yapmıştır. Bunun yanısıra  Türk öykücülüğünün tarihi serüveninde  kadın öykücülerimize de değinmiş ve  kötü yazgılı çocukların eserlerinde daha çok yer tuttuğunu gözlemlemiş, onları ortak bir payda da toplamıştır.

 Örgen bu eserinde akademik dili ustalıkla kullanmış, alıntılar ve eserler ile araştırmasını desteklemiştir. Ayrıca kitabı okuduğunuzda öykülerden oluşan bir okuma listesi oluşturabilirsiniz. Öykü kitaplarına başlamadan okumanız gereken bir araştırma...

ÇEVGEN - KÖKSAL ALVER


 


  Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olan Köksal Alver’den on dört hikayelik bir eser Çevgen... Çevgen ne demek diyenler olabilir. Çevgen;elde taşınacak incelikte değnek demektir.Eserin adına baktığımızda neydi Köksal Alver’e Çevgen dedirten diye bir merak sarar bizi.

Hikayeleri okuduğumuzda yalın diliyle ve tek satırlık cümleleriyle karşılar bizi Çevgen. Bir hikaye Alver’in kızına, bir hikaye oğluna, bir hikaye de Hafız Ahmet Çalışır’a ithaf edilmiş. Bu hikayelerde herşey doğal akışıyla ilerlerken kimi zaman bir çığlık, bir yığılma ile kriz başlayabilir ama her ne denli olursa olsun yaşamın farklı detayları ile büyüler bizi (zam)an.

Bir sinek vızıltısı, bir tatil, öğrencilerin bitmek bilmez KPSS, ALES, TUS, YGS stresleri, nefesini tüketen hayat, titrek ellerin araladığı kapılar, uykularından dehşetle uyanıp korkulu bakışları giyinen çocuklar, saklı ama bir o kadar da gizemli bir dünyayı bağrında barındıran işlemeli ceviz sandıklar, kalabalığın ruhsuz bir güruh olduğunu kabul edenler, halis niyetler, halis niyeti suistimal eden eylemler, iyi ya da kötü hayatın tüm renkleriyle Alver’in bu eserindeki hikayeler aynen böyle... Okunan bir satırda, görülen bir fotoğrafta, bir hayalde hatta hayatın en olmadık vaktinde göz kırpar bizlere hikayeler...

Uslubuyla eserini bir solukta okutan Alver, akademisyenliğini de bir kenara bırakmıyor ve Machiavelli hikayesine dipnot atarak farkını ortaya koyuyor. Her bir satırın yaşanmış olması ve bu değerli an’ların ona değneklik yapması bize kitabın isminin neden Çevgen olduğunun bir kanıtını sunuyor.

iyi okumalar