(Star gazetesi kitap ekinde yayınlanmıştır.)
CİHAN AKTAŞ SON KİTABINDA İÇİMİZİ DOYURAN VE KANDIRAN, ÖNCE HİS SONRA FİKRETTİĞİMİZ BU ALEMDE İZAH EDİLEMEYENLERİN EN BÜYÜĞÜ, SINIR'LARIN NE EZELİ NE EBEDİ OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA VURGULUYOR...
Onunla ilk kez Kusursuz
Piknik isimli hikâye kitabıyla tanıştım. Elimden bırakmadan aynı gün
içerisinde bitirdim. Daha sonra diğer kitapları raflarımı süsleyerek yerlerini
almaya başladı. “Üç İhtilal Çocuğu”, “Son
Büyülü Günler”, “Suya Düşen Dantel”, “İktidar Parantezi: Kadın, Dil, Kimlik”…
Okuyucusunu etkilemeyi başaran, vapurda, tren garında hayatın
her köşesinde yer alan insanların oluşturduğu tasavvurları en mükemmel şekilde
muhafaza eden, ortaya çıkaran ve kitaplarında her zaman farklı serüvenler
yaratan bir sanatkâr. Kısmı ve zahiri özgürlüklerle nısbi bir hayat hakkını,
duyguların bir imhaya veya terk edilmeye maruz kalışlarını, mahrumiyet,
yıpranmışlık, uzaklık, göçmenlik, umut, özlem çerçevesinde yaşanan hayatların
peçelerini kaldırıp iç yüzüyle bir araya gelmek için sınırlara, sınırsızlığa
kapatılmış dünyayı kalemiyle satırlara döken, edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlayan yazar,
Cihan Aktaş.
“Yazar olmak bir
fırtınanın içinde savrulmak gibi bir şey. Dağılmak sarsıntının şiddetiyle
kendini yeniden tanımak, hiç bilmediğin, kendi içindeki odaları keşfetmek gibi…”.
Cihan Aktaş kalemiyle yine çarpıcı öykülere kapı aralıyor.
Uzak diyarların, uzak duyguların, özlemlerin, ayrılıkların, kavuşmaların
kızları, delikanlıları, teyzeleri, amcaları ile düşünceler bir bir dökülüyor
kaleme ve Ayak İzlerinde Uğultu ile
çıkıyor karşımıza. İçindekiler kısmını açtığınızda bir solukta sizi içerisine
çeken başlıklarla karşılaşmak mümkün: “Konteynır
İçindeki Kırk Dördüncü Kişi”, “Liruda ya da İpli Kadın”, “Kirli Paslı Köşeler”…
Aktaş son kitabında içimizi
doyuran ve kandıran, önce his sonra fikrettiğimiz hakikat ve bu âlemde hiçbir
şeyin izahını yapamazken hatta izah etmek için kullandığımız kelimeleri başka
kelimelerle izah etmeye muhtaçken izah edilemeyenlerin en büyüğü ‘sınır’ların
ne ezeli ne ebedi olduğunu bir kez daha vurguluyor. Birden bire değişen zaman saklanmayı,
gizlenmeyi, gitmeyi, dönmemeyi mecbur bırakıyor ve bu sessiz kalmış hayatları
tutsaklıktan kurtarıp bir mürekkep lekesinde var ediyor. Öykülerdir, istenmeyen hayatlara başlatır yürüyüşleri. Attıkları
ilk adım onları ayıran, sonrakiler sadece bahane ve her bahane ait oldukları
yerlere geri dönmemek için onlara yeni bir bahane doğurur. Geri dönme
hayalleriyle yaşayan gitmişlerin anılarıdır bu öyküler. Dönüşsüz yolculuk, hayata
ve olaylara bakış açısının değişmesini, kendi iç derinliğini anlamasını,
engebeli yollardan geçerek yine kendine ulaşmasını nasihat eder. Bu hayatlarda
başrol hep bavulundur kimi zaman eşyalar doldurur kimi zaman duygular kimi
zaman efsunlar. Hayat sahnesinde her şey
kurgulanır başrol üzerine tıpkı bu öykülerde bavul ardına düşenler gibi. Bu
film bir bavul ardına ömürlerini yitirenlerin filmidir. Hiç görmedikleri,
bilmedikleri yollarda bir bavul ardına düşecek figüranların filmidir. Böyle
yaşanılır. Her ne kadar yaşanıyor dense de yaşanamayan hayattalar... Rüyalarda,
hayallerde, anılarda, zihinlerde yaşanmaya çalışılan hayatlar… Hiç bilmediği
dillerde hiç bilmediği yüzlerde, türkülerde, sokaklarda, caddelerde asli yerlere
hasret düşülmüştür. Aslında özlediği sadece bir toprak parçası değil, onu var
eden, onunla varolan ‘herşey’dir. Lakin onların
yazgısı özlem(e)dir. Bu dünyada bulacağı tek şey de özlemdir. Kendine ait bir duvar,
bir sokak tabelası, bir şarkı, bir aşk hikâyesi olmaz, olamaz. Hayatı dahi
başkalarıyla başlar ve başkalarıyla son bulur. Hep ayrılıklar yaşanılan
hayatlarda, bazen kavuşmalar da yaşanır fakat öyle yabancı olunmuştur ki
kavuşmalara ayrılıklar daha içten gelir. Öteki diyarın çocuğu olunmuştur. Artık
sindiremez geri dönmeyi bir defa yitirdi/yitirildi mi insan topraklarından; ay bir
daha yanında bulunduğu hiçbir toprağı gecenin zifiri karanlığından paklayamaz. Doğsa
da güneş üzerlerine hiçbir zaman doğamaz içlerine ve ışıldayamaz yürekler.
Bazı insanların kaderleri gitmeler, yitirmeler üzerine
yazılmıştır. Bazen öyküler geri dönmek umuduyla başlarken aslında yersiz bir
umudu taşır. Tel örgülerle yaşadıkları hayatlar çoktan örülmüş, zaten parçalanmıştır.
Tanrılar dahi Olympos’ta ev edinirken ev edinemez bu öyküdekiler. Öyle hayatlar
yaşamışlar ki Spinoza sonunda haklı çıkmıştı. Tanrı sadece olmamayı bahane
ediyordu. Öyle ötekileştirilmişti ki hayatlar(ı), sadece ötelenmek onlara normal
gelir. Öteki yakaya hasret kalmış, seslerinin, düşüncelerin içerisinde boğulmuş
çok çok uzak hissi bürümüş varlığı. Ilık bir gözyaşı süzüldükçe süzülüyor, çoğu
kez boğaza düğümleniyor hıçkırıklar, ıssız, yersiz yurtsuz bakışların, sessiz
çığlıkların dışa vurumu ne vakit olunur bilinmez ama bekler zamanı özgürlüğüne
kavuşmayı bekleyen kafesteki kuş misali…
Bu hüzünler, ayrılıklar, kalmakla dönmek arasındaki
fırtınalar, bu hayatlarda öyle yer edinmiştir ki fırtınasız hayatlar anlamsız
gelmeye başlar. Vuslatı sona erdirecek bir umut doğduğunda dahi söyleyecekleri
tek sözü “ben karşı tarafın taksisiyim” olan insanların öyküleridir bu. Bu
öyküler bir nesle değil birçok nesle anlatılacak, okutulacaktır. Bilmem kaç
öyküde başka hayatlar yaşadınız bu güne kadar. Öykü kahramanlarının her
yürüyüşünde bir adım arkasında hissedersiniz kendinizi. Onlarla birlikte
kaybolur, onlarla birlikte var olursunuz. Okuduğunuz her satırla sizde
kendinizi son durağı belli olmayan, kayıtsız hayatlar taşıyan bir tır ardına
yüklenecek herhangi bir konteynırda ya da sonunun umuda çıkacağını
zannettiğiniz bir ormanda kendinizi bulabilirsiniz. Cihan Aktaş’ın eşsiz
anlatımı sizleri içerisine alacak; almakla kalmayacak, Ayak
İZ’lerinde Uğultu ile istenmeyen hayatların her bir sayfasında beyninizi
kemirecek çığlıklarla baş başa bırakacak sizleri.
http://haber.stargazete.com/kitap/ayak-izlerinde-ugultu/haber-752622